kenarlık # 6 müzikal meram – carsten nicolai röportajı – sühan gürer

Leave a comment

müziğin işitsel bir deneyimleme oluşturmasının yanında görsel bir hafızayı biriktirebilme imkanını sonuna kadar değerlendiren bir mucit carsten nicolai. gerek solo projeleri, gerekse ryuichi sakamoto, blixa bargeld, ryoji ikeda, frank bretschneider ve olaf bender gibi önemli kompozitör, müzisyen ve prodüktörlerle yeni bir ses tasarlama-türetme alanında kulakların pasını alan, yetkin, zihin açar projelerin arkasındaki imza sahiplerinden. cumartesi akşamı nova muzak series kapsamında borusan müzik evi’nde gerçekleştirilecek olan alva noto konseri öncesinde sühan gürer’in daha önce basatap dergisi’nde yayınlanmış olan röportajı hem ses peşinde koşturmanın detaylarını hem de elektronik müziğin meramına dair altı bolca çizilesi kelamıyla önemli bir okuma parçasını oluşturuyor.

SG – Bir hayal dünyası yaratırken gerçek objeler ve sesler kullanıyorsunuz. Görsellik ve müzikal açıdan yaratım/üretim sürecini açıklayabilir misiniz?

CN – Bu aslında genel bir soru ve biraz da zor sanırım. Ama nasıl çalıştığımı biraz anlatayım. Her zaman birbirine paralel projeler üzerinde çalışırım. Stüdyodaki genel havam da bu şekilde. Aynı anda birkaç iş üzerinde çalışırım. Sabah ve akşamları okumakla geçiyor. Araştırmalarım da bu saatlerde oluyor. Gündüz saatlerinde bu ikisini pek yapmıyorum. Berlin’deki küçük stüdyomda 4-5 kişi çalışıyoruz. Test yapanlar, prototip çıkaranlar çoğunlukta.

Temaları ortaya çıkaran insanlar da var. Yapılan işlerin açıklamalarını veya bu işlerle alakalı teklifleri yazma işi var. Gelecekteki projelerin yapılandırılması var. Aslında birçok şeyi aynı anda yapmaya çalışıyorum. Çok yoğun çalışmam gereken bir projeye başladığımda ise kendimi izole ederim. Özellikle müzikle alakalı olduğunda kayıt bölümüne geçerim ve kendi başıma kalırım. Ayrıca projelerin temellerini oluştururken de yalnız çalışırım. Daha rahat konsantre olmam için bu gerekiyor. Fakat bu işleri deyim yerindeyse gerçekleştirirken birçok fikre, bakış açısına ihtiyacım olur. Bu yüzden de başta asistanım olmak üzere birçok kişiyle görüşürüm ve sonuca ulaşmamda bana yardımcı olurlar.

Aslında hepsi birbirine bağlı. Bazı projeler girift bir halde ilerleyebiliyor. Bazen bir diğer projede edindiğim deneyimi başkasında kullanıyorum. Hiçbir kesin çizgiyle ayırmıyorum çalışmalarımı. Stüdyoda herkesin her şeye ilgisi var ve hatta her işte parmağı da var. Belki insanların katkı yoğunluklarını sağlayan yetenekleri var ama genelde bir şekilde her işe katkı sağlıyorlar. Bizimkisi bir stüdyodan ziyade biraz açık bir labaratuvar gibi diyebilirim.

SG – Soyutlamanın müzikal ve sanatsal açıdan sizin için anlamı nedir?

CN – Bana göre soyutlamanın anlamı dünyayı anlamaya çalışmaktır. Dünyayı anlamaya çalışırken de modeller kullanırız. Modeller aslında doğanın prensiplerini anlamak için kullandığımız basitleştirilmiş bakış açılarıdır. Bu modellerle hayatın nasıl işlediğini anlamaya çalışırız ve bunlara ihtiyacımız var çünkü bize bir başlangıç noktası veya bir tanımlama sunarlar. Böylece kaybolmayız. Yaşayabileceğiniz en korkunç histir kaybolma ya da yönünü tayin edememe. Bundan yola çıkarak kendi etrafımızda hazırladığımız modeller önem teşkil eder.

Soyutlama burada modelleme safhasında olaya giriyor. Karmaşık olayları veya durumları sadeleştiriyoruz ve bu noktada bazı etkenleri veya noktaları soyutluyoruz. Ben de tüm çalışmalarımda bunu uyguluyorum. Her zaman sadeleştirmeye yöneliyorum. Bu bir müzikal çalışmam olabilir, bir sunumum olabilir ya sadece bir fikir de olabilir. Her zaman bir adım geriye atıp mümkün olduğunca sadeleştirmeye çalışıyorum. Yani işin özüne inmeye çalışıyorum. Benim için önemli olan da bu. Çekirdeğe indirgediğim tüm projelerimde neler olduğunu daha rahat takip edebiliyorum ve birbirleri ile olan olası bağlantıları da çok daha kolay biçimde görebiliyorum. Ne ifade etmek istediğimi ve nereye geldiğimi izleyebiliyorum.

Örnek olarak yıllardır müzikal açıdan ses dalgalarına odaklanmış durumdayım. Sade ve tek başına ses dalgalarına. Elbette bana neyin ses olduğunu sorabilirsiniz. Ses yaratmak için en temel yapıtaşlarına inmeniz gerekiyor. Saf bir ses dalgası doğada sıkça bulunmuyor. Algılaması da biraz zor ancak bazı elektronik enstrümanlar kullanarak hazırlayabilirsiniz dalga boyunu ve şiddetini ayarlayarak. Elbette akustik ortamın da önemi var. Bu konsept zaten temelinde indirgenmiş bir yapıda ve soyutlamanın temelinde de bana göre bu indirgeme işlemi var.

SG – Endüstriyel müzik “Duygu Mühendisliği” olarak da adlandırılabilir. Bu tanımlama aynı zamanda görsel sanatlar için de kullanılabilir. Bu bakış açısıyla alakalı olarak ne düşünüyorsunuz?

CN – Doğruyu söylemek gerekirse “Duygu Mühendisliği” terimini ilk defa duyuyorum fakat ne demek istediğinizi gayet iyi anladım. Bence ses ile ilgili olarak en hayran kaldığım nokta duygularımızı doğrudan ifade edebilme imkanı sunması. Aslında nasıl olduğunu da tam olarak anlamıyoruz ama yaşadıklarımız ve ortak paylaşımlar bize bunu gösteriyor. Bunu kelimelere dökmek de gerçekten zor. Sanki bir ses içimizdeki bir tele dokunuyor ve o tel hiç durmaksızın bir kimyasal reaksiyon başlatıyor beynimizden başlayarak.

Gerek görsel sanatlarda gerekse müzikte bu doğrudan etkileme amacı güdüldüğünde o eserin kalitesi ortaya çıkıyor. Bence bu hepimizin bir şekilde yakalamaya çalıştığı nokta. Bu kalite kavramını çalışmalarımın bir parçası haline getirmeye çalışıyorum.

SG – Raster-Noton bir plak şirketi olmaktan öte bir sanat atölyesi gibi. Geleceği vizyon edinmiş ve sürekli devinimde bulunan bir projeyi andırıyor. Raster-Noton’u şekillendiren nedir ve projeler nasıl oluşturuluyor, anlamlandırılıyor ve sunuluyor?

CN – Biz Raster-Noton’u bir platform olarak görüyoruz. Büyük boş bir alan düşünün. Hepimizin bu alan üzerinde kendimizi ifade etmek için odalarımız var. Bu platform üzerinde sergi açabiliyoruz, iletişimde bulunuyoruz ve yayın yapıyoruz. Ayrıca dışarıdan bize fikirleriyle destek olan büyük bir kesim de var. Bunların içinde müzisyen de var, ressam da, desinatör de, plastik sanatçısı da. En basitinden bir albüm yayınlanacağı zaman bile buna basit olarak bakmıyoruz. Bu platformun temel amacı sanatçılara kendilerini ifade etmeleri, birbirleriyle iletişime geçmeleri ve sonuçta ortaya bir eser çıkarmaları için en uygun ortamı yaratmak.

Plak şirketi olarak aslında gayet basit bir mantıkta çalışıyoruz. Aslında hazırlananların sadece küçük bir kısmı halka sunuluyor. Sanatçıların zaten işin büyük bir kısmını hazırlamış oluyor. Ondan sonrası ise fikirler alarak, fikirler üzerinde oynayarak hazırlanıyor. Fakat bunun sunulması sanatçıya kalıyor. Bazı eserler sadece te bir tema üzerine yapılandırılmış olabiliyor. Bu sadece müzikal de olmayabilir. Kitap da olabilir tema olarak.

Yeri gelmişken şu ana kadar üretken ve orjinal fikirleri ne olursa olsun yayınlamaktan geri durmadık. Kitap da yayınladık, t-shirt de. Sanat okulu öğrencileriyle bir çalışma yaptık ve yayınladık. Sadece poster yayınladığımız da oldu. Ancak işin temelinde ve oluşumunda müzik elbette en büyük yeri tutuyor. Yaptığımız gösterilerin veya sergilerin hepsinde müziği de mutlaka tamamlayıcı olarak kullanıyoruz. Bunun özünde de her daim sesin nasıl bir ses olması gerektiği mantığı üzerinde yoğunlaşıyoruz. Gerçek ses arayışı da diyebiliriz. Hepimiz geleceğe bakıyoruz, sınırları zorluyoruz ve nerede önümüze çıkarsa aşmak için yollar arıyoruz. Bulamazsak destek istiyoruz. Yeni bir ses hem yaratma açısından bir güncellik getiriyor, hem de dinleti açısından.

SG – Ryuichi Sakamoto ile Doğu ve Batı müziklerinin kaynaştığı noktada alternatif müzik anlayışına sahip bir projeye imza attınız. Bu ortak paydaya nasıl geldiniz ve kişisel bakış açılarınızın sonuca etkileri ne oldu?

CN – Önce sondan başlayayım. Kişisel bakış açılarımız temel etki noktası oldu diyebilirim. Elbette sevmediğiniz şeyi yapmazsınız. Tabii sınırlar ayrı bir konu ama genelde beğeni de mutlak rol oynar sonuca ulaşırken.

Bu proje yaklaşık 8 yıl önce bir düzenleme çalışmasıyla başladı. Sonucu ise çok özgün bir parça oldu ve akabinde ikimiz de buna devam etmek istedik. Bugüne kadar 4 albüm kaydettik. En son albümümüz için çok yoğun ve iç içe bir çalışma dönemi yaşadık. Müzikal anlamda da güçlü bir yapı ortaya çıktı. Bir albüm çıkarmıştık “UTP” adında ve Ütopya temasından türetmiştik. “UTP 2” için de daha farklı bir müzikal yapı ortaya koymak istedik ve aklımızdan geçenleri paylaştık. Tabii Ryuichi Sakamoto benim sahip olmadığım özelliklere sahip ve ben de onda olmayanlara. Birlikte çok uyumlu bir şekilde çalışabiliyoruz. Bu projede bireysel olarak yapamayacağımız şeyleri gerçekleştirebiliyoruz. Benim melodi yazma özelliğim yok ve Ryuichi’nin de üretilen ses dalgalarını yapılandırma özelliği yok. İkimizin artıları üzerinden yola çıkıp sonuca ulaşıyoruz ve gerçekten içten bir çalışma oluyor. Bu bakımdan üzerinde çalıştığımız ne olursa olsun dirsek temasıyla çalışıyoruz ve sürecin kendisi de gayet rahat ilerliyor.

Şu anda herhangi bir proje üzerinde çalışmıyoruz ama önümüzdeki sene buluşup 5. albümümüzü kaydedeceğiz. Tabii herhangi bir engel oluşmazsa.

SG – Son albümünüz “Xerrox Vol 2”’de, çalışmalardaki yoğun ses yapıları endüstriyel bir his verirken Drone da tüm sahneye hakimiyetini ortaya koyuyor. Bu serinin ilk albümüyle karşılaştırdığımızda Drone’un çok daha önde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Konseptteki bu temel değişimin sebebi nedir?

CN – “Xerrox Vol 2” aslında tek bir parça olarak hazırlandı. Kendi başına uzun, güçlü bir parça olduğu fark edilebilir her ne kadar albümde küçük parçalara ayrıldıysa da. Evet bu albümde Drone çok daha ön planda ama iki albümde de herhangi bir vuruş olmaması teması üzerine yapılandırma var. Herhangi bir keskin müzikal seri de yok. Drone veya Crescendo, bu temanın doğal bir gelişim süreci. Aslında ilk albümdeki bakış açısını da biraz değiştirmek istedim. Fotokopinin nasıl başladığı ve ne şekilde sonuçlandığını anlatmaya çalışmıştım. Basit bir melodiyle başlayarak daha sonra bir ses duvarına dönüşüyordu. Küçük melodilerin oluşturduğu bir ses duvarı. Parçaları tekrar tekrar dinlediğinizde açıkça ortaya çıkıyor. Kafamdaki temelde de Noise vardı bunu gösterebilmek için. Drone’a yaklaşmış olabilir ama amacım Noise idi 2. albümde de.

Serinin 3. albümü üzerinde çalışmaya da yeni başladım. Yine bir nebze farklı bir yaklaşım sergileyeceğim. Hala aynı görsel temanın üzerine yapılandıracağım. Bir fotokopi makinesinin müzikal hikayesi.

SG – Alternatif duruşunuza zıt olarak Michael Nyman ile birlikte bir Opera bestelediniz, “Sparkie: Cage And Beyond”. Bu opera 1950’lerin ünlü konuşan kuşu “Sparkie”’den esinleniyor ve onun konuşmaları da albüm içerisinde yer alıyor. Bu proje hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

CN – Bu aslında çok komik ve güzel bir proje. Michael Nyman birlikte bir proje yapmak için benimle irtibata geçti. Elinde birçok materyal de vardı ama içlerinde biri doğrudan dikkatimi çekti. Bunlardan bir tanesi de bir kadının arka arkaya aynı şeyleri tekrarladığı bir ses kaydıydı. Bu kadın bir kuşa konuşmayı öğretmeye çalışıyordu. Kaydın sonunda da kuş konuşmaya başlıyordu. Bu kuş Sparkie’ydi. Bu muhabbet kuşu üzerine bir araştırma yaptım ve Michael da zaten birçok şey biliyordu. Kuşa öğreten kadının günlüklerini bulduk. Böyle bilgiler bize çok büyük açılımlar sağladı.

Opera fikri ise ilk olarak Michael Nyman’a bu kayıtları 1970’lerde gönderen George Brecht’ten geldi. Aslında opera diyoruz ama tabii bu aslında gerçekten bir opera değil. Belki yapısal olarak opera demek doğru olabilir fakat hiçbir tenorumuz yok hatta hiç arya söyleyen kimse yok. Sadece okuma pasajları var. Tabii kayıtları da olduğu gibi yerleştirmedik. Yeniden yapılandırdık, düzenledik, kestik, biçtik, ekledik. Bu opera bu sene ilk defa Mart ayında sergilendi daha şimdi daha komplike bir şekilde yayınlamayı düşünüyoruz. Bunun sebebi bu çalışmaya sebep veren materyal sadece bir performanstan ibaret değil. Tüm yaptığımız bu araştırma sonucu bir hayli yoğun bir bilgiye ulaştık. Bir kitap yayınlayacağız. Bu kitap Sparkie’ye konuşmayı öğreten kadının günlüğünü de içerecek. Elbette albüm projesi de bunun ekinde olacak. Aslında temel hazır fakat çalışmalarımız hala devam ediyor çünkü bunca veriye yakışır bir sonuca ulaşmak istiyoruz. Sonucu da herhalde önümüzdeki senenin başında görebilirsiniz.

resim: raster-noton

Deuss Ex Machina # 387 – isteach cuimhní as caitheamh ó laethanta sean dea

Leave a comment

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_387_–_isteach cuimhní as caitheamh ó laethanta sean dea

06 Şubat 2012 Pazartesi gecesi “canlı” yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Dolaşıma Çıkartılmayan Seslerle Yeni Tümceler Oluşturmak: Diary Of A Record Collector vs. Deuss Ex Machina
Konuk: Sühan GÜRER – Diary Of A Record Collector
Alva Noto – Unitxt (Raster Noton – R-N 095-2)
>1<-Alva Noto-U_07 (Raster-Noton)
>2<-Alva Noto-U_06 (Raster-Noton)
>3<-Alva Noto-U_04 (Raster-Noton)
>4<-Alva Noto-U_09-1-2 (Raster-Noton)
>5<-Alva Noto-U_08-1 (Raster-Noton)
>6<-Alva Noto-U_03 (Raster-Noton)
>7<-Alva Noto-U_08 (Raster-Noton)
>8<-Alva Noto-U_01-2-0 (Raster-Noton)
>9<-Alva Noto-U_05 (Raster-Noton)
>10<-Alva Noto-U_09-0 (Raster-Noton)

           isteach cuimhní as caitheamh ó laethanta sean dea
                                             (387)

Bir detay, iki detay, birden yüze kadar uzanan detay-lar-detaylar kendi vicdan gözeneklerinden ırakta tutuldukça, gün yüzünün ne olduğunu çoktandır unutmuş personalar için mütemadiyen devreye giriveren bir şekilde olduruluveren binlerce keder binlerce kısıtlayış tekilinden en yoğununa kadar uzanan cinsinden müştemilatı kapsayıp duran beher an, beher saniye nefes kesen, iflahı kurutan, hüsnü kuruntunun ‘geçersiz’ bir önerme halini alıvermesine yol açan olguların tümü, bütünü. Bütünlüklü bir secerenin dökümü için önce bir nefes alınası satıh gerekirken buraların, yaşam alanının nasıl da uyuşturulmuş, kendi haline terk edilip gidilmiş, kör noktalara zincirlenmiş bir halde konulduğunu, prangalandığını açık eden dikkatle bakmaya çabaladığınızda ömrü hayatınız boyunca işitemeyeceklerinizin peyderpey, doz aşımına daima açık ve hazır bir biçimde sunumlandırıldığı bir güncellik karşımıza çıkartılıyor. Gün karaltının basıklığından, baskınlığından kendini göstermeye çekiniyor. Her ne olursa, ennnn doğrusuna kani olan, yetkilerini, etkilerini çıkartıp durdukları vavelyalarındaki şiddet seviyesine göre endeksleyip değerlendiren, yönlendiren bu muktedir algısının vatanında oldurulup bitirilenler, defteri dürülenler layığıyla buluşturulanlar için o detayların arasında saklı tutulmaya teşne olunan şeylerdir derdin kendisi. Dertlenişli hasbıhalin bu kadar yarım yamalak kalmasının müsebbibi.

Bir edebi yazınsal değildir burada anılanlar, alıntılananlar ne bir çabalanım ne bir teşbih, ne bir mübalağa hepsi olduğu gibi, yaratılıp, öne sürüldüğü haliyle kendiliğinden gelişivereni silsile halinde çoğaltılan hücümlara karşı bir ses çıkartabilme çabasıdır. Kör kuyuların çoğalmasından mütevellit, velev ki ideolojik, velev ki sabit, velev ki sadece ötekisi için bir yol bulma çalışmasına dair denkleştirmelerdir. Detayların yığıntılamasından sonra payımıza düşürülenlerin içinde, görmek zorunda olduklarımızı birbirine eklemlediğimizde; çekincesiz bir şekilde can yakıcı, iç kıyıcı hale dönüştürülmesine eşitlenmiş olanların duyumsatılabilmesi için bir çabalanımdır. Geliştirilen her bir kelam ve her söz dizilimi birilerinin zannetmeye devam ettikleri gibi basılan düğmeler, alınan talimatlarla, şunun şurasında kısacık betimlersek ‘komplo teorileriyle’ alakalı değildir. Bir türlü tam doğmayan şafağa, engeller konulup duran günlerin uzağına duyulan özlemedir bütün bu saçmalar. Bilmece görünümlü yazışmalar, meramlar. Dert gırtlağı çoktandır aşmış damlalar ağzına kadar dolu o bardaktan çoktan boşalmaktayken hala neyin kuru gürültüsü peşinde koşmak lazımdır, önemlidir. Her bir detayda vakfettiklerimizin yanında, yanı başında. Bunca hile hurdanın, parmağını oynatmadan seyrettirilmeye devam ettirilen hengamenin yamacında biz vatandaşların sorunlarını işittirebilmek mümkün müdür?

Kolay mıdır bunca yaşanmışlığın birikiminden, yüklenişinden sonra hala suskun kalabilmek. Elzem midir sineye çeke çeke, üzerinize biriktirilmeye, yığıntılanmaya devam edilen hır, gür ve nefret söyleminin başkaca evrelerindeki yeni aşamalardan boynumuzun ölçüsünü yine yeni yeniden alabilmek, derdest edilmek. Kafi olanın bir düzeyi varsa eğer hala olup bitenleri açıklayabilmenin en net karşılığına ne konumlandırılabilir. Birden çok detayın birbirine iliştirildiğinde ortaya çıkarttığı resmin kelimenin tam anlamıyla ucubeyi çağrıştırdığı bir yaşam sahanlığında kelamın hakkaniyetle dinletilmesi, dertleri benim, senin ayrımı yapmaksızın ortaklaştırılabilmesinin önünde engellemeler nicedir. Hala böylesi bir çabalanım silsilesinin olur adledilmesinin altında yatan nedenler içimizdeki yetiştirmeye, beslemeye, büyütüp serpiltmeye doyamadığımız hainler imgesini sahiplenişin, ortaklaştırılmasının, tek seferde oldu bittilere denk düşürülmesinin üstelik bütün bunların da en alttan en üstteki makamlara kadar yeteri kadardan fazlaca sabık bir bakışıma sahip çıkılarak oluşturulmasının karaşınlığı ne yana denk düşer, hangi kelama. Seçeneklerin daralatıldığı, düşünselliğin yıpratıcı bir eşik olarak tanımlandırıldığı, her söz ve çabalanımın bir öteki için yapılan edilen şeyler olarak sürümcemede kalmaksızın yaftalandığı bu coğrafyanın acılarına merhem olabilmek bu kadar zorda mıdır, zorlu mudur?

Sevan Nişanyan’ın tabirini ödünç alırsak kelimebaz sunuş, savlayış ve daha fazlasının bu kadar ön planda tutulduğu önemsendiği bir cenahta detaylar olarak nakşettirilenler teferruat olarak belleğe kazınanlara sıranın gelebilirliği üzerine hiç kafa yorulmaması düşündürücü değilse nedir? Kıyasıya birbiriyle münakaşa eder görünenlerin hükümranlığında adları anılması bir yana yaşadıklarını da, başlarına getirilenlerin de yetmezliğini daha fazla cürümle, daha fazla tahakkümle izat edip yoluna devam etmeyi tercih eden bu de(dö)vlet algısının karşısında insaniyete sıranın getirilebilmesinin ivedilikliğidir, önemliliğidir burada söze iliştirmeye çalıştığımız. Vesayetin haki renkten lacisine dönüşümdeki dakika sekmezlik gerçekçil kılınmışken halkın üzerinde yapılandırılan tahakkümün eskisinden de beter hale dönüştürülmesinin, sağlıklı bir sorgulamanın da mümkünatsızlıklar içerisinde mahpus kalmasını bir tabii sağladığından dem vurulabilir. Vurulmalıdır. Her söz girişiminin, ehvenden kurtulabilmek adına yapılıp edilen feragatle hemhal olunarak öne çıkılan çıkarsamaların bütününden terör icat etmek, teröristlik sıfatının en yakınına denk düşen imalarda bulunmanın hangi açık yarayacağı kapatabileceği varsayılmaktadır; sorgulamalıyız. Resim bunca yumak yumak içiçe bildiğiniz kördüğüm haline dönüştürüldüğünden ses verenler söz konusu edildiğinde koro halinde bol belalı sinkafların, kahrı bela temennilerin!, aba altından gösterilen sopaların ucu hepimize dokunmaktadır, hepimizi eşit kılmaktadır.

Ucu bana dokunmuyor varsayımının, geçersizlik kavisini çoktandır yakaladığı bu satıhda sıra bize ne zaman gelecektir sorusu kalmaktadır bakiye cinsinden. Yeteri kadar çektirilmedi mi, yeteri kadar eziyet edilmedi mi, yeteri kadar susturulmadı, ötekileştirme şirretliğinde aşılacak basamak bırakılmadı ki derken bir kere daha kendimizi o dar patikalarda, karanlığın ortasında bulmamız vahvahlanılasıdır, pek çok şeyde olduğu gibi artık burada da, demokrasi dediğimiz katarın yolculuğunda bir kere daha seferi kaçırıyor, trenin ardından bakakalıyor oluşumuzun netleştirilmesidir sonuç olarak paylaştığımız. Sivil vesayetin kendi içerisinde didişmelerinin yanında, sesleri bastırılmış hemen her muhalifin adının daha da az anıldığı bir güncellik, balık hafızalı unutuşların ikrarını, tekrarını mütemadiyen sağlamaktadır bu paylaşım alanında görmek isteyenler için bir kere daha yinelersek eğer. Hala neler oluyor bitiyor pek anlamlandıramıyorum diye buyruganlığı, sakilliği elden bırakmayanların çoğculculuğunda basbayağı dönüşüyoruz, dönüştürülüyoruz otokrasinin başka bir evresinde, yaşamakla mükellef olduğumuz bu kara parçasında birilerinin daimi alışkanlığı haline dönüşen iktidar mücadelelerinde ezilen çimenler figüranlığına talim ediyoruz.

O figüranlığın kuralları gereğince sesimizi kısmaya devam ederek her ne oluyorsa ona karşı gözümü kapatmayı uygun buluyoruz. Genellendirmeler acıdır, genellendirmeler çok kolaycıdır. Kolaya kaçmadan sadece detaylarda görünenlerin izini sürmeye devam edebilirsek ancak v ancak bu rutin belletilmişliğin saflarında olanların ne kadar fecaat arz ettiğini zarfın değil mazrufun önemli olduğunun altını bir kere daha kalınca çizebileceğimiz gerçektir, sahicidir. İronik bir kurgu masalın değil, handiyse beher sekansının önceden planlandığı, o plana göre çekildiği bir dizi platosu değil bu ülke şıppadanak bir şeyler kendiliğinden dönüşebilsin, tatlıya bağlansın. Bu durum bu kadar afaki bir biçimdeyken, ortada dururken hala neyin lagalugasına sığınılasıdır, tercih edilesidir, kulakları tıkanasıdır ki önemlilik arz eden sorunlar yokmuş gibi güllük gülistanlık bir cennetin içinde yaşamakta olduğumuz savıyla en alakasız olan şeyler gündem oluversin. Olduruluversin. Kendini tekrar etmeye doymayan saçmaların biri bitmeden bir diğerinin devreye sokulduğu bu kısıtlandırılmış faunanın (yaşam ortamının) hiç birimizi daha iyisine de ulaştırmayacağı, daha güzel günlere götürmeyeceği (eğer itiraz için sesimizi, tavrımızı koymazsak bir şekilde, layığı olduğu şekliyle) meydandayken, mal buyuken, hakikat böyleyken uykudan uyanmanın elzemliği belli değil midir? hala değil midir?

Handiyse yarım ağız, ehvenin değil adet yerini bulsun kabilinden içeriği çoktan boşaltılmış nüvelerle hemhal ettirile ettirile yavanlığın çölünde hakiki bir sahanlığı kapsayan, vaha olmaktan çıkartan “özgürlük” kelime anlamını giderek yitirmekte, muktedirin bakış açısında şekillendirmeye, pundunu buldu mu oluruna getirmeye gayretkeş olduğu düzenlemeler bütününün teferruatlarından biri veya en önde gelen öğesi olarak adledilmektedir, sınıflandırılmaktadır. Böylesi bir daraltım sahasında akla gelenin değil oluruna izin verilmiş olanın, kadarın, müsammaha gösterilmiş kılınanın özgürlük olarak hala belletilmesine çabalanılmaktadır. Üstünkörü asmalı kesmeli, hiddeti gani gani söz erimlerinde yaratılan ayrışımın, zihinlere sunulan ötekileştirmenin, hak ve hukuk arayışının karşısına dikiliveren, olurunun varsa ne olması gerektiğinin, nasıl olması gerektiğinin dikte ettirildiği yargı v yürütmenin kolkola baskıcılığında ortaya çıkan pejmürdeliğin ayan beyanlığında söz konusu edilmeyip bahsi daima yarına ertelenen bir olgudur özgürlük. Başkasına reva görülmeyecek şeyleri feci bir süratle herkese yakıştıran, hazır ve nazır bir biçimde, empatiden yoksun, tektipleştirici, tahakkümün emir eri haline dönüştüğünün yansımalarını barındırır, işte o özgürlükten arta kalanlar, özgürlük diye savlananlar.

Tanımın içeriği boşaltıldıkça, dönüştürüldükçe, nasıl olsa ucu bana dokunmuyor avuntusunun dayanılmaz hafifliğine kendini kaptırmaktan zerre miskal gocunmayanların oluşturduğu, yaşanılır olarak tasvir ettiği özgürlük gerçek bir yıkımı, alışılmadık bir yenginin bizahati kendisi oluverir, olduruluverilir. Dünün yaptırımlarının hiç uzağımızda kaldırılmadığı bu satıh içerisinde söze kıymet vermek bir yerde kifasyetsiz mühterislikle denk tutulup, öyle değerlendirilebilir. Ne kadar çabalarsanız, ne kadar didişirseniz didişin bu boş yere, boşa heder edici bir hezimetle ilitinlilenir özgürlük olgusu. Kapsam daraltıldıkça, söylem, söz söyleyebilme, hak arayabilme, mevzuuyu esasa getirebilme, zaruri olanı tanımlandırabilme, kifayetsiz bir çaba ideolojik bir bakışım olarak resmedilenlerin tam dahilindeki, merkezindeki hakikatleri dillendirme gayretkeşliği duvara çarptırılır. Duvara karşı. Nefreti hicaz makamından dillendirilen çarpıtılıp, büküm büküm eğilip bükülen hükümlerin, oldu bittilere denk getirilmesi bu durumu daha da içinden çıkılmaz kıldırır. Her duruma yanıt verebilecek bir kapasitesi olduğu varsayımlanan, kendini en iyi öyle tanımlandıran muktedir-erk-iktidarın nasıl bir fauna içerisinde, hangi şartları yerine getirebildiğinizde yaşamınızı sürdürebileceğinizi tüm detaylarıyla belirginleştirdikleri bu kısıtlayış, bu satıh bir özgürlük değil basbayağı hicap duyulası bir tahakküm silsilesinin, dayatım bütünlüğünün ta kendisidir, nefessizliği daimi kılan bir etkileşimler toplamıdır.

Toplamda, toplumsal olarak hepimizi ayrısız gayrısız ilgilendiren konuların nasıl üstten bakışımlı, tek yönlü muktedir doğruları ile oldu bittilere denk getirilmeye çalışıldığının, bu uğurda yapılan edilenlerin her zamankinden daha baskın bir biçimde duyumsatılmasıdır. Özgürlüğün içeride mi dışarıda mı daha fazla olduğundan dem vurulurken, bir düşünürü sözüm ona hizaya çekiyorum, bir yazara ayarın kralını veriyorum derken kullanılan dilin geneline sirayet eden yapısında saklanan baklaların ne menem şeylerden mürekkep olduğunun bilindikliğidir. Aynalanan şey tam da karşısına geçip şekil şemalin bu derece sakat bir bakışımla hemhal ettirilebilirliğinin vahimliğidir. Tek bir doğrunun kutsanması öteki her türlü fikriyat kırıntısı, edinimi, sunumu ve yapılandırmasının daha yolun en başından boynu ezilesi bir canavar metaforuyla tanımlama çabası son kertede bu ülkenin özgürlüğünün çoktandır unutulmuş, basbayağı unutturulmuş olduğunu manidar bir biçimde tanımlandırır. Defaatle de yinelemekte fayda var, her fikre ve fikrin sahibine yüzde yüz katılmıyor olsak dahi işitmek, konuşmak ve daha fazlasına ulaşabilmek için çok daha fazla çaba sarf etmeliyiz. Müsamahayı bazıları göstermiyor olsa da biz ötekiler olarak sürekli sınananlar göstermeliyiz.

Ayniyle vaki olan erk hegemonyasının payandası olup, sözcülüğünü gerçekleştiren kontenjan sahipleri için de bu geçerliliğini korumalıdır. Korumalıdır ki, edilgen bir düşünselliğin, pasif bir kayıtsızlığın daimiliğinde, iki arada bir derede başımıza neler getirildiğinin kaydını tarihe düşebilelim. Birbirlerinin yüzlerine bakamayacak hale dönüştürülen, hamlelerin arkasında hep bir pusu kurarak insanlar arasında daha derin ayrıştırmaları temellendirme çabasındakileri  faş edebilelim. Yalın, dosdoğru v açık seçik. En karmaşığından en temel sorunlara, gündelik dert ve tasadan bütün bir ülkeyi etkisi altına alan korku imparatorluğunun sonuçlarıyla yüzleşebilmek ancak çabalanarak olur. Korkunun egemenliğinde oldurulmayacak, ismi anılmayacak kırmızı çizgilerle belirlenmiş olanların tasvir v tahayyülünde düşünsellik, ifade özgürlüğü, ilelebet bir ütopya halini tanımlandıracaktır. Susarak, kabullenerek v biat ederek şekli şemali çizilmiş, alanları çok uzun zamandır belirlenmiş bir hayat örgüsünün tanımı kısmını sizlere bırakalım. Böylesi bir daraltım yoğunluğunun düzeneğini, görünümünü, ismini veya ambalajını değiştirerek, yönlendirerek, manipüle ederek bu gayya kuyusunun karanlığını daimi kılmaktan başkası başkacasına hizmet edilmemektedir.

Gayya kuyusunun karanlığı pekiştirilmektedir. Nasıl olsa sineye çekileceği halk kitlesinin üzerinde bir denenmiş, iki denenmiş sonu gelmez deneylerle taltif edilmiş düzensizlik düzenin içinde yapılıp edilenler toplamında görülebilecek en net detaydır. Özgürlük sahanlığının dinamiklerini boşa çıkartarak, muğlak yansılardan yarım yamalak mutlak doğrular üretmek erkiyle yola çıkılan bu seyrüseferde ortalığa dökülenlerin hemen pek çoğu birer hayaldi şimdi tastamam bir gerçek. İçerisi ile dışarısının mukayesinde tolere eşiğini bazı konularda çok uzun zaman önce kırmış, aşılmaz duvar, yenilmez bilek, beton millet sakaryanın daimi harcını karmaya kendini vakfetmiş idris bakanımızdan (fıkra karakteri değildir önemle duyurulur), kürtlere hak tanziminin, eşitlik ilkesinin gözetileceğinin duyurulmasını hemen takiben ertesi hafta olmaz öyle şey diye kendi kendini tekzip edeni, bundan gocunmayan bir politik karakter olarak tahlillerin halen devam ettiği kararsız barınç beyi, her yere her daim van yerine göre tow minut çekip, ayar öyle verilmez böyle verilir esip gürleyen, gümbür gümbür sahneyi donatan, yeri geldiğinde mahalle kavgasına tutuşmaktan çekinmeyen başvezirin kendi sorumlu olduğu sahanlık söz konusuyken ısrar ile takındığı tavır, ikiricikliğin, işitilmezliğin, adamına göre müdahalenin!, savunuşun sürekliliği özgürlük dediğimiz olgunun nasıl bıçak sırtı bir yaşatılırlığa sahip olduğunu yansıtmaktadır, basbayağı kesintiyle meyil ettirilip, engellendiğini vesikalamaktadır.

Karanlığın tesisinin üzerinden kırk günü aşkın bir zamanın geçtiği, soruşturmadaki “gizlilik” kararının alınmasından bu yana da handiyse elle tutulur hiçbir çabalanımın söz konusu edilmediği roboski katliamına ait köşe bucak saklanan kayıtları seyreden savunmadan sorumlu bakanbeyinin kaçakçı mı, terörist mi, çocuk mu yetişkin mi anlaşılmıyor benzetmesinde gün yüzüne çıkanın ayrışımın olağanlaştırılması, bütün yaşatılanları önemsiz bir ayrıntı haline dönüştürebilir mi? Bizahati dövlet eliyle işlenen bir vehametin, yanıstızlığının daimiliği, kendini tereyağından ayrılan kıl cinsinden sıyırılmaya her an teşne oluşu, mevzu bahis insanın yaşam hakkı ve özgürlüğü olduğunda geçersiz kıldırıldığını bir kere daha yinelemektedir. Hangi makul neden! bir katliamın geçerliliğini, savunulabilirliğini, böylesine ayarı v şirazesi çoktan kaçmış, ekşimiş betimleleri beraberinde getirebilir, bir gerçek haline dönüştürebilir allahınız aşkına!… Batman’da yaşayan ermeni gazeteci Cevat Sinet’in engelli kimliğini alabilmek için başvurduğu sosyal hizmetler il müdürlüğü’nde yaşadığı onur kırıcı, utanç verici ayrımcılık, hakaretamiz söylem kimliğinde hıristiyan yazıyor seninle mi uğraşacağız, bu özürlülerle kim uğraşacak… yollu vecizlerin bu toplumda yerleşik kılınmaya gayret edilen ayrımcılığın, ırkçılığın yakın zamanlı bir başka örneğidir. Özgürlük, salt bana rabbena hep bana denilerek, toplumun daimi ötekileri olanlar, belletilenler için uzak, ulaşılmaz klınıp kaf dağının ardına ötelendikçe gerçek bir gün yüzü hayal olmaya devam edecektir. Fark edebiliyor, farkına erebiliyor musunuz!…    

>>>>>Bildirgeç
“AKP Faşizmi” ve Sol Liberalizm – Foti BENLİSOY*

Daha birkaç yıl önce Türkiye’de “demokratik devrim” tamamlandı mı tamamlanmadı mı tartışması hararetle yürütülürken günümüzde faşist bir rejimin inşa edilmekte olduğu tespitleri almış başını gidiyor. Siyasal rejim tartışmalarını sınıflar arası güç ilişkilerinden, hâkim sınıfın tabi sınıf ve katmanlarla kurduğu zor ve rıza içeren ilişkilerden, hâkım sınıf fraksiyonlarının hangi kombinasyonla bütünleştirildiğinden azade olarak yürüttüğümüzde farklı rejim tipleri arasında bir oraya bir buraya savrulup duruyoruz. Yani siyasal rejim tartışmasını bütünüyle “havada” yapar oluyoruz. Dahası bu tartışmaları, uluslararası bağlam ve eğilimlerle ilişkisiz yürütüyor, yani tipik bir “biz bize benzerizcilik” ile hareket ediyoruz.

Aslında dünkü “demokratik devrim” ya da “burjuva devrimi” tartışması da bugünkü faşizm belirlemesi de, aktörler farklı olsa da, benzer düşünsel ön kabullerin ve hatta stratejik belirlemelerin ürünü denilebilir. Sol liberalizmle meselemiz, sosyalist hareketin stratejik önceliklerini sermaye birikim süreçlerinden ve sınıfsal güç ilişkilerinden bağımsız, “soyut” (sınıflarüstü) bir demokratikleşmeye sıkıştırmasıysa (dolayısıyla da hâkim sınıfın şu ya da bu fraksiyonuna yamanma eğilimi sergilemesiyse) eğer, son dönemde hayli popüler olan faşizm tespitleri de bir tür sol liberalizmden mustarip denilebilir.

AKP’nin bir faşist rejim tesis etme yolunda olduğunu savunanlar, aslında faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlayarak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi vb.), onu sermaye birikim süreçleriyle bağlantılandırmayan Marksizm dışı düşünce akımlarının tipik hatasını yeniden üretiyorlar. Oysa faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? İşçi sınıfı hareketinin büyük ölçüde etkisiz olduğu, kârlılık oranlarında ciddi bir düşüşten bahsedilemeyeceği koşullarda sermaye düzeni açısından faşizme gerçekten gerek var mı?

Faşizm saf “siyasal” bir görüngü olarak (yani basitçe devlet baskısı olarak) tanımlanınca buradan çıkarılacak sonuçlar bir kez daha sınıf ilişkilerinden bağımsız bir “faşizme karşı demokrasi” söylemi olmayacak mı? Böylesi, yani kapitalizmle bağlantısı olmayan bir faşizmle karşı karşıyaysak, sosyalistlerin temel görevi (tıpkı sol liberallerin savunduğu üzere) devlet karşısında özel alanları ve temel hak ve özgürlükleri savunmaya dönük bir mücadele olmuyor mu? Böylece sosyalist hareketin stratejik öncelikleri dönüp dolaşıp bir kez daha anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız (anti-faşist, yani anti-AKP?) bir demokratikleşme hedefine sıkıştırılmış olmuyor mu?

* Akla düşenler, yola çıkıldıkça derinleşen açmazlar ve sorun yumaklarının bu kadar nefessiz bırakışı karşısında hala akil olanı aramaya devam ediyoruz. Akil olanın belirli kural v kıstaslarla belirlenmiş zümreler için özel bir armağan!!! olmadığına inatla inanmak istiyoruz. Derdimiz meramın görünür kılınması. Bahis açtıklarımız anaakımın yüz göz olmaya tenezzül etmedikleri. Etmekten bir özenle! kaçındığı şeyler olmaya devam ediyor. Kelam sıklıkla dile getirilenlerin kuru kuruya tekrarından ibaret değildir, hemen hiç de öyle olmamıştır. Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol’dan Foti BENLİSOY’un kaleme aldığı; “AKP Faşizmi” ve Sol Liberalizm başlıklı makalesi dile getirilesi tahlilleriyle önemli bir düşünsellik eşiğini dimağa sunuyor. Yazarın ve Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol dergisi / oluşumunun anlayışlarına binaen metni sayfamıza alıntılıyoruz…

 …Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina  ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Titreşim / Deuss Ex Machina #380 (19.12.2011)
Titreşim / Deuss Ex Machina #382 (02.01.2012)
Titreşim / Deuss Ex Machina #383 (09.01.2012)
#DokunanYanar – İmamın Ordusu – Ahmet ŞIK via Scribd
Tutuklu Gazete – Sendika.org
Kişilerin Gözaltında Kayıptan Korunmalarıyla İlgili Uluslararası Sözleşme – İnsan Hakları Derneği
“AKP Faşizmi” ve Sol Liberalizm – Foti Benlisoy – Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol
Gazetecileri ve Köşecileri Koruma, Yaşatma, Gerisini De Pek Takmama Derneği… – Sarphan UZUNOĞLU – Jiyan
“Tabletlerin Türkiyesi”nde Dîl Yarası – Sezin ÖNEY – Açık Radyo
Aşağılanan Batman’lı Ermeni Gazeteci AİHM’ye Başvurdu – Agos
Bir Terörizm Türü Olarak Gazaba Gelmek – Kadir CANGIZBAY – Birgün
Demokrasi Ayıpları Artarken – Turgay OLCAYTO – Evrensel
Bir ‘Beyinsiz’ Olarak ‘Ayrışmak’ İstiyorum Sayın Bakan – Oya BAYDAR – T24
Bakan Şahin: ‘Seni Yok Ederek Özgürleştirmeye Çalışıyoruz’ – ANF
“İdris, Naim, Şahin” Bir Bütündür, Bölünemez! – Hakan TUNÇ – Jiyan
Kurşunluyorum, O Halde Varım! – Özgür AMED – Yeni Özgür Politika
Suriye, Uludere ve Malatya – Eylem YILMAZ – Düzce Yerel Haber
“Biz Emine Erdoğan’ı İstemiyoruz” – Bağımsız Haber Ajansı
Kışanak: Çözüm İçin Protokoller Hâlen Başbakan’ın Masasında – Marksist.org
Kafamız Epey Karıştı: Devlet Adına Pkk ile Görüşmek Suç Mudur? – Cengiz AKTAR – Açık Radyo
Düşünce Özgürlüğü Mü Dediniz! – Özgür ŞEN – Atılım
12 Eylül Aynı Zamanda Bir Zihniyetti ve Bitmedi.. – Yetvart DANZİKYAN – Radikal
“Öğrenilmiş Çaresizlik” – Metin ÇULHAOĞLU – Birgün
Kürsülerin Sessizliği – Ertuğrul ÜNLÜTÜRK – Evrensel
Yılmaz: Görüntülerde Kim Oldukları Belli Değil – T24
Davacıyım! – İnci ERKAN – Jiyan
Son Bakış – Karin KARAKAŞLI – Radikal 2
Endişe Berhavadır! – Hülya TARMAN – Emek Dünyası
‘Öldürmeyi Reddetmek Suç Değildir!’ – Halil SAVDA – Yeni Özgür Politika
Paul Auster’in Eşitsiz Dramı – Özge MUMCU – T24
Medya Ocak’ta Çocuğa Nasıl Baktı? – Bürge AKBULUT – Seda AKÇO – Bianet
Dindar Gençlik ‘Yetiştirmek’ – Selçuk CANDANSAYAR – Birgün
Hasan Cemal: Medya Sırtını Kürtlere Döndü – ANF
Mahçupyan’ın Temelkuran’a Saldırmasının Nedeni – Koray ÇALIŞKAN – Radikal
Hrant Dink Yaşıyor… – Sosyalist Demokrasi İçin Yeniyol
Tekrar Cinayete Odaklanmak – Özgür MUMCU – Radikal
Asıl Gündem Dava Çünkü Hâlâ Başlamadı – Rober KOPTAŞ – Agos
“Ermeni” Benzerliği Heykel Kaldırttı! – Cnn Türk
Ermenistan Armasına Benzeyen Heykelin Sahibi Kendisini Savundu – Agos
AB ve Türkiye İlişkileri Ekseninde Göç, Sığınma ve İltica – Hakan TUNÇ – Jiyan
Beş Yıl Sonra TİS Yapacak Sendika Kalmayacak – Gökçe Rojda GÖNENÇAY – ANF
Grev Hakkı Kullanılmazsa Önce Körelir, Sonra İşlevini Yitirip Ortadan Kalkar! – Seyfi ADALI – Sol Defter
Diyarbakır’daki Birlik Lisesi’nden Mesaj Var! – Sabit Fikir

Alva Noto Official
Carsten Nicolai Official
Raster-Noton Official
Alva Noto – Nova Muzak Series via Borusan Müzik Evi
Alva Noto Article via Wikipedia
Alva Noto – Unitxt (Raster Noton – R-N 095-2) Review By Sühan GÜRER via Diary Of A Record Collector
Alva Noto – Univrs (Raster-Noton – R-N 133) Üzerine – dRWarp – Deuss Ex Machina
Alva Noto & Blixa Bargeld – Umut – Sanat Blog
Alva Noto via Boiler Room BR Berlin #005
Alva Noto Lecture via RBMA

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – Send Promos: misak[at]dinamo[.]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Untitled By Fatih ŞAHİN
Fatih ŞAHİN’s Flickr Page

>>>>>Poemé
Şafak Türküsü – Nevzat ÇELİK

Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.
Kaç zamandır yüzün traşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim kulağım kirişte
Ölümü özledim anne.
Yaşamak isterseken delice
Ah.. verebilseydim keşke
Yüreği avcunda koşan herbir anneye
Tepeden tırnağa oğula
Ve kıza kesmiş
Bir ülkeye armağan
Düşlerimle sınırsız
Diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma
Usulca acı verdi yanağımda tomurcuk
Pir Sultan’ı düşün anne, Şeyh Bedretinn’i
Börklüce’yi, Torlak Kemal’i
Insanları düşün anne
Düşün ki yüreğin sallansın
Düşün ki o an güzel günlere inanan
Mutlu bir Yusufcuk havalansın
Yani benim güzel annem
Ala şafağında ülkemin yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar icinde kendi buruk kanımı içtim
Ne garip duygu şu ölmek
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma
Bir açıklaması vardır elbet giderken dar ağacına
Geride masa üstünde boynu bükük
kaldı kağıt kalem.
Bağışlar beni güzel annem
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye
Kızma bana.
Elleri değsin istemedim
Gözleri değsin istemedim
Ağlayıp kokluyacaktın
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda.
Yaşamak ağrısı asıldı boynumda
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim
Ölmek ne garip şey anne
Bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı
Sedef kakmalı bir kutu içinde
Vermek isterdim çocukların ellerine
Sonra, sonra benim güzel annem
Damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza
Gecenin kıyısında durmuşum
Kefenin cebi yok
Koynuma yıldız doldurmuşum
Koşun çocuklar koşun
Sabah üstüme üstüme geliyor
Kısacası güzel annem
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
Gülmek umud etmek özlemek
Ya da mektup beklemek
Gözleri yatırıp ıraklara.
Ölmek ne garip anne
Artik duvarlari kanatırcasına tırnağımla
Şaşkin umutlu şiirler yazamıyacağım
Mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamıyacağım
Baba olamıyacağım örneğin
Toprak olmak ne garip şey anne.
Uçurumlar ki sende büyür
Dagdır ki sende göçer
Ben bayram derim çiçek derim
Çam diplerine açmış kanatlarını kozalak derim
Gül yanaklı çocuğa benzer
Yinede oğlunu yitirmek ne garip şey anne
Her kavgada ölen benim
Bayrak tutan çarpışan
Her kadın toprağı tırnaklıyarak
Doğurur beni
Özlem benim kavga benim aşk benim
Bekle beni anne.
Bir sabah çıkagelirim
Bir sabah anne bir sabah
Acını süpürmek için açtığında kapıyı
Adı başka sesi başka
Nice yaşıtım
Koynunda çiçekler
Çicekler içinde yeni bir ülke getirirler.

Kaynakça: EpigrafDELFT

kenarlık # 5 – alva noto – univrs (r-n 133/raster-noton)

Leave a comment

ses çarptıkça bedene, duvara, sokağa, iş bu hayatta doğrunun yankısına ulaşabilmek diğer duyuları ortak[laşa] adlederek, birleştirmeye en azından çaba sarf ederek söz konusu edilebilir. hasbıhal olunan kelamın yanında bitiveren, her makamın tortusundan duyumsanan şeyler, gündeliğin heyhulasında aşılmaz olanların yolunu açabilmek için bir nedeni bizlere taşır. aşılmaz olarak tanımlandırılanın fasit daireliğinden uzakta kalabilmek, sabitliğin çekim alanından kendimizi kurtarabilmek bir nebze olsun yarına ümitle bakabilmek için galiba en kestirmeden, en kolay ulaşılabilir olgudur sözünü etmeye çalışıp durduğumuz sesler. bir tek notanın, bir tek vurgunun defaatle tekrarında bile bir şeyler dile getirilebilirken, “merama” dönüştürülebilirken, bütünleşik katmanlar arasından ortaya çıkanlar daha fazlasını barındırmaktır. barındıracaktır dikkatle kulak kabartıldığında. kulağını önyargılara kapalı tutarak, sese odaklanmayı başaranlar için deneysellik mevkiinden sunumlandırılanların hemen tümünde bunu teyit edebilmek mümkündür. biteviye bir rutinin sarıp-sarmalaması içerisinde doğrunun esas ne olduğunun uzunca bir zamandır peşi bıraktırılanlar için sesin kapsadıkları daha da derinleştirilebilir. bu eşiğin kendisinde manipüle edilip, yeniden yola ve hizaya sokulan notasal dizilimler dile getirilmeye oldukça zorlananların, adı anılmayanların, genel anlamıyla hayat dediğimiz olgunun ta kendisinde bizahati yaşamakla mükellef olduğumuz ikilimelerin, yıkımların, karaşınlıkların kelimenin hasılı yanlışlıkların tümünü çözümlemeyi kolaylaştırır. dediğimiz gibi sese odaklandıkça hataların barizliği kendiliğinden düşünceleri dimağa toparlayacaktır….
üretimlerinin epey hallice bir kısmında deneysellik ile düşünselliği birbirine yakınlaştırma gayesiyle yol alan, türdeş, benzeş elektronik müzik sesçilerinde işttiğimiz vurgulamaların, tonlamaların ötesinde hakiki bir ses dalgası! yaratmanın peşine düşmüş bir isim olan carsten nicolai ve alva noto projesi kenarlık seçkimiz içerisinde son kayıtlarından birisi olan univrs ile konuğumuz. ritmik döngüler temelli bir başyapıt olarak değerlendirilebilecek, canlı kayıtlardan mülhem, minimal technodan drone-ambient hattına ilişen, dönüşen, gelişen bir bütünleştirme ile kotarılan unitxt (r-n 095) albümünün devamı olan uluslararası dillerin farklılığına dair göndermelerden yola çıkılarak detaylandırılmış bir kurgu çatısı univrs. alışılageldik tanımlandırmalarla, giderek daha fazla sesin yerini sessizliğe terk ettiği bu dünyada imleçlerin, kliklerin, klavye tuşlarının, giderek fiziksel bir olgunun yerini kapsadığı sanal bir sesleniş, çağrışım rehavetinin günümüz insanının üzerine çöküşünü de irdeleyebileceğimiz bir modern zamanlar güncellemesi, taşlaması ortaya çıkar. ses verilmesinin gerekli olduğu yerde nasıl sessiz kalınabildiğinden veya en can alıcı yerde dikkat kesilmişken nasıl zembereğinden boşalırcasına vavelyaların ortalığı kapsadığına dair çeşitlendirmelerin tümünü bu bağlamda iliştirebilmek mümkündür, univrs kaydı ile ilgili olarak. elektronik müziği, hissiyatsızlığın ana kalesi olarak belleyenlere karşı alva noto projesinin ardındaki isim carsten nicolai, doğal-yapay ayrımına hiç düşmeden eklentilediği, iliştirdiği, ilişki kurduğu detaycıl yapılandırmaların tümüyle itinayla yeni tonlamalar ve vecizler ortaya çıkartmayı sürdürüyor. hissiyatı çoktan yitirip, belleksizleşen bir dünyaya meramın ne olabileceğinin farklı tezahürlerini elektronik aletlere hükmederek sağlıyor. behemehal endişelerin, gayya kuyusunu enikonu çağrıştıran günün tüm karanlığında karşılaşılanların özetini bir albüm bedelinde dinleyiciye sunuyor. fransız şair, anne james chaton’un vokalleriyle muktedirliğin dünyasının kodlarını, belli başlı çıban başlarının kulaklarını çınlatarak ulaştırdığı, yazı ile tonun birbirini tamamladığı minimal techno-belge “uni acronym” yapının sunumlandırdıkları ile gerçekliğin buluşmasına dair yetkin bir önerme halini alıyor. sesin dönüştürülebilirliği çoğu zaman unutuşlara denk gelen şeyleri yeniden hatırlamayı da beraberinde getirir. soyuttan nihayetinde somuta geçiş için işin piri bir ustadan ders alınası bir vesikayı çağrıştırıyor univrs. yıllar yılıdır ortaya çıkan raster-noton sanat külliyatının nadide parçalarından birisini naçizane takdimimizdir…. devamı için 18 şubat 2012 – nova muzak series – borusan müzik evi…

alva noto official
raster-noton official
alva noto – univrs buy via r-n shop
alva noto – univrs album review by carlos román via tiny mix tapes
alva noto – unitxt album review by sühan gürer via diary of a record collector
carsten nicolai (alva noto) röportajı – ruaridh law tr: serdar akyol via vantilatormuzik

>Dinleme Parkı – Özel Dosya – Carsten Nicolai Röportajı

Leave a comment

>

Muhteviyatının çeşitliliğiyle beraber derinlerinde saklı bırakılmış keşfedilesi hayata dair imgeleri güncel elektronik müziğin kapsamına dahil etmeyi başaran bir isim Carsten Nicolai. 1994 yılında temellendirdiği Noton.Archiv Für Ton Und Nichtton’dan üretimleriyle kendisini Raster-Noton’un merkezine konumlandırmasına uzanan bir sebat kısa bir internet araştırmasının ardından karşımıza çıkacaktır. Bir fiil dinlenen her bir sesin yankısında saklı duran gerçeğe dair çıkarsamaları duyumsayabilmek mümkündür. Yıllardır sürdürülen gerek birbirleriyle kronolojik olarak da bağlantılanabilecek Frank Bretschneider ve Olaf Bender ile Signal, Ryoji Ikeda ile Cyclo ve Ryuicihi Sakamoto ile Alva Noto (Blixa Bargeld’in de özel konuk olarak kimi etkinliklere katıldığı) projeleriyle gerekse de Noto, Aleph-1 ve bizahati kendi adıyla kaydetmiş olduğu ses seyyahlıklarında dertlenilesi, derman bulunulası bir deneyim ortaya çıkartır Carsten Nicolai. Dinleme Parkı sitesinde güncel müziğe dair önemli eleştirilerin altına imzasını atmış bulunan Sühan Gürer’in aşağıdaki özel röportajı boyunca Carsten Nicolai’ye dair merak ettiklerimizi belirginleştiren bir okuma parçası olarak sizlerin beğenilerine sunuyoruz: function getSource() { return window.document.URL.toString(); }
http://www.gestalten.com/__motion/player.swf?clip=95&autoStart=true
SG – Bir hayal dünyası yaratırken gerçek objeler ve sesler kullanıyorsunuz. Görsellik ve müzikal açıdan yaratım/üretim sürecini açıklayabilir misiniz?

CN – Bu aslında genel bir soru ve biraz da zor sanırım. Ama nasıl çalıştığımı biraz anlatayım. Her zaman birbirine paralel projeler üzerinde çalışırım. Stüdyodaki genel havam da bu şekilde. Aynı anda birkaç iş üzerinde çalışırım. Sabah ve akşamları okumakla geçiyor. Araştırmalarım da bu saatlerde oluyor. Gündüz saatlerinde bu ikisini pek yapmıyorum. Berlin’deki küçük stüdyomda 4-5 kişi çalışıyoruz. Test yapanlar, prototip çıkaranlar çoğunlukta. Temaları ortaya çıkaran insanlar da var. Yapılan işlerin açıklamalarını veya bu işlerle alakalı teklifleri yazma işi var. Gelecekteki projelerin yapılandırılması var. Aslında birçok şeyi aynı anda yapmaya çalışıyorum. Çok yoğun çalışmam gereken bir projeye başladığımda ise kendimi izole ederim. Özellikle müzikle alakalı olduğunda kayıt bölümüne geçerim ve kendi başıma kalırım. Ayrıca projelerin temellerini oluştururken de yalnız çalışırım. Daha rahat konsantre olmam için bu gerekiyor. Fakat bu işleri deyim yerindeyse gerçekleştirirken birçok fikre, bakış açısına ihtiyacım olur. Bu yüzden de başta asistanım olmak üzere birçok kişiyle görüşürüm ve sonuca ulaşmamda bana yardımcı olurlar.

Aslında hepsi birbirine bağlı. Bazı projeler girift bir halde ilerleyebiliyor. Bazen bir diğer projede edindiğim deneyimi başkasında kullanıyorum. Hiçbir kesin çizgiyle ayırmıyorum çalışmalarımı. Stüdyoda herkesin her şeye ilgisi var ve hatta her işte parmağı da var. Belki insanların katkı yoğunluklarını sağlayan yetenekleri var ama genelde bir şekilde her işe katkı sağlıyorlar. Bizimkisi bir stüdyodan ziyade biraz açık bir labaratuvar gibi diyebilirim.

http://vimeo.com/moogaloop.swf?clip_id=10212855&server=vimeo.com&show_title=1&show_byline=1&show_portrait=0&color=&fullscreen=1
PROTOTYPE 6 / Alva Noto (DE) + Karl Kleim (DE) 2004 from IV design studio on Vimeo.

SG – Soyutlamanın müzikal ve sanatsal açıdan sizin için anlamı nedir?

CN – Bana göre soyutlamanın anlamı dünyayı anlamaya çalışmaktır. Dünyayı anlamaya çalışırken de modeller kullanırız. Modeller aslında doğanın prensiplerini anlamak için kullandığımız basitleştirilmiş bakış açılarıdır. Bu modellerle hayatın nasıl işlediğini anlamaya çalışırız ve bunlara ihtiyacımız var çünkü bize bir başlangıç noktası veya bir tanımlama sunarlar. Böylece kaybolmayız. Yaşayabileceğiniz en korkunç histir kaybolma ya da yönünü tayin edememe. Bundan yola çıkarak kendi etrafımızda hazırladığımız modeller önem teşkil eder.

Soyutlama burada modelleme safhasında olaya giriyor. Karmaşık olayları veya durumları sadeleştiriyoruz ve bu noktada bazı etkenleri veya noktaları soyutluyoruz. Ben de tüm çalışmalarımda bunu uyguluyorum. Her zaman sadeleştirmeye yöneliyorum. Bu bir müzikal çalışmam olabilir, bir sunumum olabilir ya sadece bir fikir de olabilir. Her zaman bir adım geriye atıp mümkün olduğunca sadeleştirmeye çalışıyorum. Yani işin özüne inmeye çalışıyorum. Benim için önemli olan da bu. Çekirdeğe indirgediğim tüm projelerimde neler olduğunu daha rahat takip edebiliyorum ve birbirleri ile olan olası bağlantıları da çok daha kolay biçimde görebiliyorum. Ne ifade etmek istediğimi ve nereye geldiğimi izleyebiliyorum.

Örnek olarak yıllardır müzikal açıdan ses dalgalarına odaklanmış durumdayım. Sade ve tek başına ses dalgalarına. Elbette bana neyin ses olduğunu sorabilirsiniz. Ses yaratmak için en temel yapıtaşlarına inmeniz gerekiyor. Saf bir ses dalgası doğada sıkça bulunmuyor. Algılaması da biraz zor ancak bazı elektronik enstrümanlar kullanarak hazırlayabilirsiniz dalga boyunu ve şiddetini ayarlayarak. Elbette akustik ortamın da önemi var. Bu konsept zaten temelinde indirgenmiş bir yapıda ve soyutlamanın temelinde de bana göre bu indirgeme işlemi var.

SG – Endüstriyel müzik “Duygu Mühendisliği” olarak da adlandırılabilir. Bu tanımlama aynı zamanda görsel sanatlar için de kullanılabilir. Bu bakış açısıyla alakalı olarak ne düşünüyorsunuz?

CN – Doğruyu söylemek gerekirse “Duygu Mühendisliği” terimini ilk defa duyuyorum fakat ne demek istediğinizi gayet iyi anladım. Bence ses ile ilgili olarak en hayran kaldığım nokta duygularımızı doğrudan ifade edebilme imkanı sunması. Aslında nasıl olduğunu da tam olarak anlamıyoruz ama yaşadıklarımız ve ortak paylaşımlar bize bunu gösteriyor. Bunu kelimelere dökmek de gerçekten zor. Sanki bir ses içimizdeki bir tele dokunuyor ve o tel hiç durmaksızın bir kimyasal reaksiyon başlatıyor beynimizden başlayarak.

Gerek görsel sanatlarda gerekse müzikte bu doğrudan etkileme amacı güdüldüğünde o eserin kalitesi ortaya çıkıyor. Bence bu hepimizin bir şekilde yakalamaya çalıştığı nokta. Bu kalite kavramını çalışmalarımın bir parçası haline getirmeye çalışıyorum.

http://vimeo.com/moogaloop.swf?clip_id=8930018&server=vimeo.com&show_title=1&show_byline=1&show_portrait=0&color=&fullscreen=1

http://vimeo.com/8930018 from psychomafia on Vimeo.

SG – Raster-Noton bir plak şirketi olmaktan öte bir sanat atölyesi gibi. Geleceği vizyon edinmiş ve sürekli devinimde bulunan bir projeyi andırıyor. Raster-Noton’u şekillendiren nedir ve projeler nasıl oluşturuluyor, anlamlandırılıyor ve sunuluyor?

CN – Biz Raster-Noton’u bir platform olarak görüyoruz. Büyük boş bir alan düşünün. Hepimizin bu alan üzerinde kendimizi ifade etmek için odalarımız var. Bu platform üzerinde sergi açabiliyoruz, iletişimde bulunuyoruz ve yayın yapıyoruz. Ayrıca dışarıdan bize fikirleriyle destek olan büyük bir kesim de var. Bunların içinde müzisyen de var, ressam da, desinatör de, plastik sanatçısı da. En basitinden bir albüm yayınlanacağı zaman bile buna basit olarak bakmıyoruz. Bu platformun temel amacı sanatçılara kendilerini ifade etmeleri, birbirleriyle iletişime geçmeleri ve sonuçta ortaya bir eser çıkarmaları için en uygun ortamı yaratmak.

Plak şirketi olarak aslında gayet basit bir mantıkta çalışıyoruz. Aslında hazırlananların sadece küçük bir kısmı halka sunuluyor. Sanatçıların zaten işin büyük bir kısmını hazırlamış oluyor. Ondan sonrası ise fikirler alarak, fikirler üzerinde oynayarak hazırlanıyor. Fakat bunun sunulması sanatçıya kalıyor. Bazı eserler sadece te bir tema üzerine yapılandırılmış olabiliyor. Bu sadece müzikal de olmayabilir. Kitap da olabilir tema olarak.

Yeri gelmişken şu ana kadar üretken ve orjinal fikirleri ne olursa olsun yayınlamaktan geri durmadık. Kitap da yayınladık, t-shirt de. Sanat okulu öğrencileriyle bir çalışma yaptık ve yayınladık. Sadece poster yayınladığımız da oldu. Ancak işin temelinde ve oluşumunda müzik elbette en büyük yeri tutuyor. Yaptığımız gösterilerin veya sergilerin hepsinde müziği de mutlaka tamamlayıcı olarak kullanıyoruz. Bunun özünde de her daim sesin nasıl bir ses olması gerektiği mantığı üzerinde yoğunlaşıyoruz. Gerçek ses arayışı da diyebiliriz. Hepimiz geleceğe bakıyoruz, sınırları zorluyoruz ve nerede önümüze çıkarsa aşmak için yollar arıyoruz. Bulamazsak destek istiyoruz. Yeni bir ses hem yaratma açısından bir güncellik getiriyor, hem de dinleti açısından.

SG – Ryuichi Sakamoto ile Doğu ve Batı müziklerinin kaynaştığı noktada alternatif müzik anlayışına sahip bir projeye imza attınız. Bu ortak paydaya nasıl geldiniz ve kişisel bakış açılarınızın sonuca etkileri ne oldu?

CN – Önce sondan başlayayım. Kişisel bakış açılarımız temel etki noktası oldu diyebilirim. Elbette sevmediğiniz şeyi yapmazsınız. Tabii sınırlar ayrı bir konu ama genelde beğeni de mutlak rol oynar sonuca ulaşırken.

Bu proje yaklaşık 8 yıl önce bir düzenleme çalışmasıyla başladı. Sonucu ise çok özgün bir parça oldu ve akabinde ikimiz de buna devam etmek istedik. Bugüne kadar 4 albüm kaydettik. En son albümümüz için çok yoğun ve iç içe bir çalışma dönemi yaşadık. Müzikal anlamda da güçlü bir yapı ortaya çıktı. Bir albüm çıkarmıştık “UTP” adında ve Ütopya temasından türetmiştik. “UTP 2” için de daha farklı bir müzikal yapı ortaya koymak istedik ve aklımızdan geçenleri paylaştık. Tabii Ryuichi Sakamoto benim sahip olmadığım özelliklere sahip ve ben de onda olmayanlara. Birlikte çok uyumlu bir şekilde çalışabiliyoruz. Bu projede bireysel olarak yapamayacağımız şeyleri gerçekleştirebiliyoruz. Benim melodi yazma özelliğim yok ve Ryuichi’nin de üretilen ses dalgalarını yapılandırma özelliği yok. İkimizin artıları üzerinden yola çıkıp sonuca ulaşıyoruz ve gerçekten içten bir çalışma oluyor. Bu bakımdan üzerinde çalıştığımız ne olursa olsun dirsek temasıyla çalışıyoruz ve sürecin kendisi de gayet rahat ilerliyor.

Şu anda herhangi bir proje üzerinde çalışmıyoruz ama önümüzdeki sene buluşup 5. albümümüzü kaydedeceğiz. Tabii herhangi bir engel oluşmazsa.

http://vimeo.com/moogaloop.swf?clip_id=4613915&server=vimeo.com&show_title=1&show_byline=1&show_portrait=0&color=&fullscreen=1
Alva Noto & Ryuichi Sakamoto – Trioon I from Karl Kliem on Vimeo.

SG – Son albümünüz “Xerrox Vol 2”’de, çalışmalardaki yoğun ses yapıları endüstriyel bir his verirken Drone da tüm sahneye hakimiyetini ortaya koyuyor. Bu serinin ilk albümüyle karşılaştırdığımızda Drone’un çok daha önde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Konseptteki bu temel değişimin sebebi nedir?

CN – “Xerrox Vol 2” aslında tek bir parça olarak hazırlandı. Kendi başına uzun, güçlü bir parça olduğu fark edilebilir her ne kadar albümde küçük parçalara ayrıldıysa da. Evet bu albümde Drone çok daha ön planda ama iki albümde de herhangi bir vuruş olmaması teması üzerine yapılandırma var. Herhangi bir keskin müzikal seri de yok. Drone veya Crescendo, bu temanın doğal bir gelişim süreci. Aslında ilk albümdeki bakış açısını da biraz değiştirmek istedim. Fotokopinin nasıl başladığı ve ne şekilde sonuçlandığını anlatmaya çalışmıştım. Basit bir melodiyle başlayarak daha sonra bir ses duvarına dönüşüyordu. Küçük melodilerin oluşturduğu bir ses duvarı. Parçaları tekrar tekrar dinlediğinizde açıkça ortaya çıkıyor. Kafamdaki temelde de Noise vardı bunu gösterebilmek için. Drone’a yaklaşmış olabilir ama amacım Noise idi 2. albümde de.

Serinin 3. albümü üzerinde çalışmaya da yeni başladım. Yine bir nebze farklı bir yaklaşım sergileyeceğim. Hala aynı görsel temanın üzerine yapılandıracağım. Bir fotokopi makinesinin müzikal hikayesi.

SG – Alternatif duruşunuza zıt olarak Michael Nyman ile birlikte bir Opera bestelediniz, “Sparkie: Cage And Beyond”. Bu opera 1950’lerin ünlü konuşan kuşu “Sparkie”’den esinleniyor ve onun konuşmaları da albüm içerisinde yer alıyor. Bu proje hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

CN – Bu aslında çok komik ve güzel bir proje. Michael Nyman birlikte bir proje yapmak için benimle irtibata geçti. Elinde birçok materyal de vardı ama içlerinde biri doğrudan dikkatimi çekti. Bunlardan bir tanesi de bir kadının arka arkaya aynı şeyleri tekrarladığı bir ses kaydıydı. Bu kadın bir kuşa konuşmayı öğretmeye çalışıyordu. Kaydın sonunda da kuş konuşmaya başlıyordu. Bu kuş Sparkie’ydi. Bu muhabbet kuşu üzerine bir araştırma yaptım ve Michael da zaten birçok şey biliyordu. Kuşa öğreten kadının günlüklerini bulduk. Böyle bilgiler bize çok büyük açılımlar sağladı.

Opera fikri ise ilk olarak Michael Nyman’a bu kayıtları 1970’lerde gönderen George Brecht’ten geldi. Aslında opera diyoruz ama tabii bu aslında gerçekten bir opera değil. Belki yapısal olarak opera demek doğru olabilir fakat hiçbir tenorumuz yok hatta hiç arya söyleyen kimse yok. Sadece okuma pasajları var. Tabii kayıtları da olduğu gibi yerleştirmedik. Yeniden yapılandırdık, düzenledik, kestik, biçtik, ekledik. Bu opera bu sene ilk defa Mart ayında sergilendi daha şimdi daha komplike bir şekilde yayınlamayı düşünüyoruz. Bunun sebebi bu çalışmaya sebep veren materyal sadece bir performanstan ibaret değil. Tüm yaptığımız bu araştırma sonucu bir hayli yoğun bir bilgiye ulaştık. Bir kitap yayınlayacağız. Bu kitap Sparkie’ye konuşmayı öğreten kadının günlüğünü de içerecek. Elbette albüm projesi de bunun ekinde olacak. Aslında temel hazır fakat çalışmalarımız hala devam ediyor çünkü bunca veriye yakışır bir sonuca ulaşmak istiyoruz. Sonucu da herhalde önümüzdeki senenin başında görebilirsiniz.

Carsten Nicolai Official
Alva Noto Official
Raster-Noton Official
Carsten Nicolai Photos Courtesy From: Raster-Noton 2009: Alva Noto & Byetone / Nonevent Flickr Page

>Deuss Ex Machina # 286 – Identification With The Enemy: A Key To The Real World

Leave a comment

>

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_286_–_Identification With The Enemy: A Key To The Real World

01 Şubat 2010 Pazartesi gecesi “canlı” yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Album Of The Week: Pantha Du Prince – Black Noise (Rough Trade)
>1<-Akira Kosemura-Light Dance (Schole)
>2<-Aaron Martin-Tilton's (Preservation)
>3<-Aaron Martin-Branch Wheel (Preservation)
>4<-Jürgen Paape-864M (Kompakt)
>5<-Wolfgang Voigt-Zither Und Horn (Kompakt)
>6<-Markus Guentner-Das Haus Steht Leer (Sending Orbs)
>7<-Markus Guentner-Angelpunkt (Sending Orbs)
>8<-Pantha Du Prince-Es Schneit (Rough Trade)
>9<-Pantha Du Prince-The Splendour (Rough Trade)
>10<-Mike Slott-When Giants Meet (Bleep)
>11<-Taz Buckfaster-Au Revoir (Bleep)

Identification With The Enemy: A Key To The Real World (286) – Tereddüt Hallerinde Yol Nereye Çıkacak? Ümit Birikimini Sonuna Kadar Heba Ettiğimizde Rahata Erecek, Huzura Kavuşacak Mıyız? Kendimiz Olmaktan Ne Kadar Zaman Önce Vazgeçip Maskelerimizin Ardına Saklanarak Bu Girift Döngüyü Yaşamaktayız? Yaşadığımızı Varsaymaktayız. Hiç Adil Olmadı Zaman, Direnmek, Hayata Tutunmak, Alıkonulduklarımızla Yüzleşebilmek İçin Hesap Sorabilmek İçin Şimdi Tam Zamanı. Bandista’dan Apartarak; Neoliberalizme Karşı Mücadele, Yalnız Ankara’da Değil, Seattle’da, Porto Alegre’de, Melbourne’de, Cancún’da, Atina ve Kopenhag’da Dolaşan Bir Hayalet, Yeraltının Karanlığı İle Güneş Işığı, Siyaset İle Tarih, Mazi ile Âti Arasında Mekik Dokuyan “O” HAYALET.

>>>>>Bildirgeç
“Gerçek İnsan, Başkasının Yüzünde Patlayan Tokadı Kendi Suratında Duyabilen İnsandır.” José Julián Martí Pérez

Kuru kuruya lafazanlıklar ile birbirine bağlantılanmış çözümsüzlük hikayelerinin, oldurulamazlıklar silsilesinde işleme konulmuş yeni aşılmazlıkların, her yeni hamlede ağıza sakız edilmişçesine istimi alınmamış öfke patlamalarının yaşanır kılındığı bir güncelliği paylaşmaktayız. Zamanın akışı olanca hızlılığıyla sürüyor olsa da bir türlü sonu gelmeyen hengamenin sınırlarındayızdır artık. Ne ötesine ne berisine ne de berhava edilmiş olan geleceğimize zihin yormadan sürüp gittiğimiz bir evredir. Kasvetin, griliğin resmin tamamlayıcısı olmasından öte gerçekliklerle birebir örtüştüğü çıkarsamasına denk düşmüş bir haller bütünü etrafımızı çevrelemektedir. Nefessiz kalışlarımızın resmiyete dökülmesidir bu evrenin içerisinde karşılaştıklarımız. Nicesinden hesap sorulabilirliği unuttuğumuz için, vaat edilmiş olanlar nelerdir tam olarak çıkartamadığımız için, her birimize takdim edilmiş sus payları ile avunabilmenin dayatıldığı bir iklimde görünenler lafı fazla da dolandırmaya gerek bıraktırmadan artık yapılanların birer makyaj hilesinden daha farklı bir şey olmadığına kani olmamıza yetmektedir. O kadar fazlaca tertiplenip düzenlenmiş ki, yılmadan, yeniden, biteviye artık kazınmaya başlayan cildin altından çok daha farklı bir biçimde görünmekte olan yaraların varlığı bile resmen kanıksanmıştır. Somut bir imgelemler dizini çıkarttırılmasından, problemler bunlardır yaşadığımız ama hakikatli çözümlemeleri de vardır diye uğraşmaktansa, yenilemeler altında yapılandırılan hilkat garibeliklerinin birer birer olur olarak tescil edilmesine göz yumulmaktadır. Anlamak için dirayetli olup, kulak kabartmanın elzem olduğu bilinmesine karşın inatlaşa inatlaşa artık o eşiklere geri dönmeyeceğiz yalanlarıyla bir kere daha karşılaştığımız sıvası dökülmeye başlayan, kesif kokuların yayıldığı bir yapılandırmadır sözcükler ile beraber tasavvur etmeye, anlaşılır kılmaya uğraştığımız. Kendilerini halktan ayrıştıranların, yaftalamalar ve sürüsüne bereket ithamlarla birbirlerinin gırtlaklarına, gözlerini iyice karartarak çöreklendikleri bir zamanda hala, ısrarcıl bir biçimde şartsız diyaloğun gerekliliğine zihin yormalıyız. Anlamlandıramadığımız, çözmeye odaklanmadığımız, birilerini sürekli olarak dibine itmeye devam eden bu öğütücü çarkın dişlilerinde yok olmaktansa hiç değilse bu defa sözcüklerimizi kullanarak, zihinlerimizi ortalığa sererek, olan bitenden hicap duymalıyız. Ne kadar kısa sürelerde, nasıl bu kadar fazla içinden çıkılmaz sorunları yaratabildiğimiz için? Hangi aralıkta, hangi vakit bu kadar sağırlaşabildiğimiz için? Zembereğinden boşalırcasına birbirlerine kin kusarak, hedef haline dönüştürmek için döke kıra, ellerinde cd, dosya, metinlerle sorunların esasından kaçmakta olan vekillerimiz bulunduğu için hicap duymalıyız. Birisi olur dediğine ötekilerinin olmazlarını aşamadığımız, kuyuya atılan taşları bir türlü çıkaramadığımız, boşa dört döndüğümüz için hicap duymalıyız. İddianamelerde operasyon olarak tanımlandırılarak, aymazlıkların birbiri peşisıra sunulmasına karşın elikanlıların hinliklerle dolu planlarından ayrı kalamadığımız, üzerimize salınan korkulardan bir türlü ayrışamadığımız için hicap duymalıyız. Cana kast edenleri göremediğimiz, can almışların omuzlarda davulla zurnayla memleketin en hayırlıları arasında anılmasını engelleyemediğimiz için hicap duymalıyız. Gösterilen aba altından sopalar ile yıllardır bir kademe bile ilerlemeyen, dehşetengiz cinayetlerin ardında yer alanlara ulaşılmadığı için hicap duymalıyız. Görmek istediklerinin dışında başkaca fikirlerin varlığı, söze kavuşturulmasına mani olunduğu için, sene 2010 olduğunu da gözönünde bulundurduğumuzda hicap duymalıyız. Hala belirli kriterlerle, faydası olan, zarar gelebilecek diye ayrıştırmalara maruz kaldığımız, bir ucundan da bizlerin tutturulduğunu göz göre göre ısrarla devam dediğimiz için hicap duymalıyız. Listenenler, listelenmemişler, pek yakında listelenecekler denilerek oluşturulan sarmalı, açmazlar bütününe karşı ama şunlar bizden değil ötekilerin tümü bunlardan daha fazla listelenmesi gerekirdi diyerek ayardan ayara koşmaktan yorulamadığımız için hicap duymalıyız. Televizyonların kamu bilgilendirmesinin ötesinde resmi propaganda aracı haline dönüştürülerek, tektipleştirilmesine karşı sesimizi yükseltemediğimiz için, her akşam aynı arka kapakta öyle böyle diyerek iri iri beylik lafların sıralanmasından medet ummayı, kendimizi rahatımızdan ayrı tutmadan sürdürdüğümüz için hicap duymalıyız. Yoksunlaştığımız güncenin içerisinde karşılaştığımız bu kadar esef vericilik, dolu dolu anlamlandırılması gerekli olan zincirleme hatalar dururken, kimlerin nerelerden nasıl kaçırılıp, nasıl cukkalarını doğrulttuklarını ağzımız bir karış açık pür dikkat seyreylediğimiz seçme saçmalar ile beynimizi doldurduğumuz için hicap duymalıyız. Ekranların takip edilesi isimlerinin bile fakatla, amâyla aralarını bir türlü düzeltemediklerinden, yanlışa yanlış demekten bu kadar önyargılı olarak uzak durmalarına makul, mantıklı bir manalandırma getiremediğimiz için hicap duymalıyız.

Birgün her birimiz için geçerli olabilecek hak arama mücadelesinde somut gelişmelerin olmamasına veryansın ettiğimiz, özlük hakları ve işlerinin devamlılığı dışında başkaca bir amaçları bulunmayan, Ankara’nın soğuğunda 50 günden fazladır bunu ısrarla savunmaya devam eden Tekel işçilerine reva görülenler bu boyası iyice dökülen yapının merkezinde önemli bir gediği, hicap duyulası başka bir durumu karşımıza çıkartmaktadır. Somut bir biçimde taraf olmanın böylesi durumlarda gerekliliğini bir kere daha hatırlatmaktadır. Mücadele etmenin zorluğunu, emeğin tam karşılığını bulabilmek için gerekli olan özverinin nereye kadar hayatlarımızı kapsayabileceğini belleğe düşürendir. Göz önüne getirendir. Çekilen cefanın karşılığının tam olarak ne olabileceği konusu hala bir muamma olarak kalmayı sürdürse de, en azından bazılarımız için hayal kurmanın bile imkansızlaştığı bir zamanda ayakta kalabilmenin bayraktarlığını yapmaktadır, 10.000 işçinin tek yürek olmuş direnişi. Kelimesi kelimesine olmasa da ideolojik yaftasının peşisıra kurulan cümleleri çürütürcesine aidiyetlerini ve kimliklerini bir kenara bırakarak tek bir amaç doğrultusunda bugün dahi bütünleşilebileceğini dosta düşmana kanıtlanması Tekel direnişinin harcının bu kadar kuvvetli olmasını sağlamaktadır. Yoksun çaresizliklere tepkisiz kalmaktan, belleksizliğine yenik düşmekten, elindeki iş gücünün anlamından bir haber kalmaktan yitip gittiği düşünülen işçi sınıfının ayrıksılaştırılan seslerini tekrardan anlamını bulması teşebbüsü karşımızdadır. Endişe taşıdığımız bütün öteki konularda olduğu gibi üzerlerine ölü toprağı serpilmeye çalışılan, zamanın unutulanlar çöplüğüne terk edilmesine çaba sarf edilen yoksa daha fenasına hazırlıklı olun diye en başından uyarılarla, tenkitlerle, bizden günah gittilerle nefret dolu, gözden çıkartmaların bir seviyeden sonra hepimizin ortak makus kaderi olacağının bilincine varanların Tekel direnişi için sözlerini sakınmamaları bu günlerde hepimiz için gereklidir. İtham ve yargıların körlemesine bir biçimde genellendirmeler haline dönüştürülmesi, emeğin bugün yaşamış oldukları sorunların daha hakikatli bir şekilde tüm toplum kesimlerince benimsenebilmesi, desteğin artabilmesi için sığınabileceğimiz tek şey bilindik cümleler yerine Tekel işçileri gibi kararlı duruşlara ihtiyacımız olduğudur. Ne ona ne buna yaranmak için değil ne x ne y partinin güdümünde olmadan en doğrusu neyse onu ortaya çıkartmak Tuzla tershanelerinde, kot taşlama atölyelerinde ve maden ocaklarında yaşanan ölümleri, problemleri ve genel anlamıyla emeğin konumunu birbirlerine iliştirebileceğimiz büyük resmin oluşumunu olası kılacaktır. Gördüklerimizin bir hakikat olduğunu, kısa yoldan devlete kapağı atarak, yan gelip yatarak keyiflerini sürme lüksleri bulunmayanların, sendika bürokrasisinde fazlasıyla yer edinmiş renkten renge girenlerden uzakta neyse o halleriyle sadece yaşama tutunma mücadelesi verenlerin varlıkları için nihai adaletin ertelenemeyeceğini belirginleştirmektedir. 4 Şubat günü İstanbul’da Saraçhane Parkı’nda toplanan emekçilerin (tıpkı yurdun dört bir köşesinde olan diğerleri gibi) talepleri de bu beklentileri bütünleştiren bir kareyi karşımıza çıkartmıştır. Direnerek, yasal haklarının sonuna kadar verilmesini koşulsuz talep ederek, biat etmeyerek, hizadan çıkarak muhalefetin kuru kuruya lafazanlıklarla gerçekleştirilemeyeceğini, gerektiğinde taşın altına elleri, yürekleri koymanın elzemliğini de ortaya çıkartmışlardır. Sadede gelmemek için türlü çeşit ajitasyona inatla bel bağlayanların, önce onlar başlattı diyerek hedef saptırmalarına, kulaklarını enikonu tıkamalarına, hiçbir mülkiyetin alamayacağı özgürlüklerinin kendi ellerinde bulunduğu yanılgısında nihai bir sahiplerinin olduğunu ve onların sözlerinden çıkmalarının kendi hayırlarına olamayacağının tehditleri ile doldurulan demeçlerle iyice derdest edildikleri iklimde anlamlı bir “hayır” sesinin yükseltilebileceğini idrak ettirmişlerdir. Eylem sırasında okunan ortak metinde bizim de satır aralarında değinmeye çalıştığımız gibi; “Tekel işçisi lütuf beklemiyor, hakkı olmayan bir şeyi talep etmiyor. Kölelik düzeni olan 4/C’nin içine girmeyeceğim, kimseyi de bu cendereye sokmayın, diyor. Tekel işçisi güvenceli, kadrolu ve örgütlü çalışmak, evine ekmek götürmek derdinde. Sosyal sorumluluk taşıyan siyasetçiye düşen işçileri tehdit etmek değil, taleplerine kulak vermektir.” Vicdan sahibi olanları bir kere daha karar anının yaklaştığı uyarısını yapan bir görünüm kıssadan hisse. Kelimelerin çarpıcılığına sırtımızı dayayıp, öncül ardıl olanların gittikleri yollardan yürümek de bizlerin ellerinde. Ulaşmak için tünelin ucunda yer alan ışığa, ümide koşmakta. Yargılarımız ve mevkilerimizden arındığımızda o kadar insanın yaşamak zorunda kaldıklarını daha rahat çözümleyebilmek, hiçbir şey elimizden gelmiyorsa empati kurabilmek, yadsımadan, yargılamadan karara varabilmek bizlerin insiyatifindedir. Tayfun Er’in 4 Şubat 2010 tarihinde Birgün gazetesinde yayınlanmış (ilk yayın Yeni Harman dergisi) olan Bak, Dövüşenler De Var başlıklı yazısını bir tamamlayıcı okuma parçası olarak sizlerle paylaşıyoruz:

İşçi, kadın, anne ve devrimci sosyalist olarak bizim gurur duyduğumuz Sevim, artık TEKEL işçisi olarak da bir simge olmuş durumda. TEKEL işçileri; sınıf mücadelesinin, muhalefetin nasıl olacağının, burjuva hükümetinin nasıl sarsılacağının dersini veriyorlar
TEKEL işçilerine destek için AKP il binasına yürüyoruz. Belediye İşçisi Gürsel Ulaş da var, “TEKEL İşçisi Yalnız Değildir” diye belki de en içten, en gür sesle o bağırıyor. Biraz önce eşi Sevim Ulaş’ın gözaltına alındığını televizyondan o da izlemiş. Sloganlar arasında Sevim’in görüntüleri konuşuluyor. 70’lerin başından bu yana sosyalist solun kavgasında en önde yer almış emekli işçi bir ağabeyimiz, “Sevim nasıl da itiyordu polisleri” diyor. Herkes görüntülerde dikkatini çeken bir parçayı söylüyor. Kalabalıktan bir ses, polisler tarafından yaka paça götürürken Sevim’in “Kadın polisiniz yok mu sizin?” diye bağırdığını söylüyor. Sevim’in dostu bir kadın arkadaş, gülerek ve gururla “Söyler” diyor. Aklım Sevim’in bileğinde, kısa bir süre önce bir iş kazasında bileği çatlamıştı. “Yatarken” değil, tütün balyasını kaldırırken…
Telefon trafiği sürüyor, Sevim’e ulaşıyoruz, ifade vermek için beklediğini kendi sesinden duyuyoruz. Ankara’daki yol arkadaşlarımız zaten oradalar. Sevim, benim kardeşim ve yol arkadaşım. Üye olduğu sosyalist partinin -ÖDP’nin- İzmir İl Yönetim Kurulu ve Parti Meclisi Üyesi. Fotoğrafta onca polisin arasında görünen Sevim üstündeki beyaz örtü atkı, şal değil kefen. AKP Genel Merkezi’ni bizim jargonumuza göre “basmaya” gitmişler.
Sevim’i tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. O, bizim aramızda hep örnek bir devrimci sosyalist olarak bahsettiğimiz birisidir. İşçi, kadın, anne ve devrimci sosyalist olarak bizim gurur duyduğumuz Sevim, artık TEKEL işçisi olarak da bir simge olmuş durumda. TEKEL işçileri; sınıf mücadelesinin, muhalefetin nasıl olacağının, burjuva hükümetinin nasıl sarsılacağının dersini veriyorlar.
TEKEL’in içki kısmı 2004 yılında 292 milyon dolara satıldığında kasasında 348 trilyon TL, deposunda ise 70 trilyon TL’lik içki vardı. Alan şirketler birliği elindekinin % 92’sini 2006’da Texas Pacific Group’a 810 miyon dolara, misliyle büyük bir kâr kazanarak sattı. Özelleştirme adı verilen “organizasyon” sonucu 9 fabrika kapatıldı. Hem üzüm üreticisi hem de TEKEL işçisi mağdur edildi. Özelleştirme yeni bir yatırım değil, sadece servet transferidir. Dolayısıyla sermaye birikimine bir katkı da sağlanmıyor. Satılan TEKEL niteliğindeki işletmeyse, bunu alanlar da TEKEL niteliğindeki şirketler oluyor ve çok iddia ettikleri serbest piyasa yapısı da oluşmuyor.
TEKEL’in sigara bölümü ise 2008’de British American Tobacco’ya satıldı. Bu satış sonrası 5 sigara fabrikası kapatıldı. Perişan olan tütün üreticilerinin sayısı yaklaşık yüzde 60 azaldı, 200 bin ton olan tütün üretimi de 93 bin tona düştü.

EMEKÇİYE SALDIRININ DA TARİHİ VAR
Bir zamanlar bu ülkede tütün üreticilerini savunan, kendinde sınıfın ötesinde kendi için sınıf olanlar da vardı. İzmir’in girişindeki bir duvar reklâmında: “Şehir güzel, kızlar güzel, neden jantlar güzel olmasın” yazıyor. Onların anladığı, dervişin fikri neyse zikri de odur misali medyanın anlattığıyla bilinçlere kazınan anlam elbette başka. İzmir’in asıl güzel kadınları ise başkadır. Onların isimleri söylenmez. Mine Bademci, Urla’da bir bağ evinde 12 Eylül’e karşı direnirken 22 Eylül 1980’de öldürüldüğünde 18 yaşındadır; cansız bedeninde ise 32 kurşun vardır. Buca Eğitim Enstitüsü’nü kazanmasına rağmen okuluna devam etmeyip, tütün işçileri arasında devrimci çalışmaya devam etmiştir. 1962’de Alaçatı’da doğan Mine, tütün ekimiyle uğraşan bir ailenin kızıdır. İşte şimdi Sevim’leri kapitalizmin, emperyalizmin karşısında savunmasız bırakmak için Mine’ler öldürüldü. Tütün kokulu, şiir ömürlü “fırtına kız”ın ağabeyi ve yol arkadaşı Salih Bademci de Temmuz 1980’de öldürülmüştü.
Kuşkusuz mücadelenin de emeğe, emekçilere, safını işçi sınıfının yanı olarak belirleyenlere saldırının da bir tarihi var. 24 Ocak Kararları’yla başlayan emekçilere saldırı, 24 Ocak’ın silahlı hali olan 12 Eylül’le zirveye vardı. Darbeleri, sınıfsal temelinden kopararak burjuvaziyle, sermayeyle bire bir bağını gizlemek istiyorlar. Bürokrasi görece özerk davranabilir, ama sınıflar üstü değildir. Bonapartist rejim, iktidarı burjuvazinin çıkarları adına elinde tutar, ama bunu yaparken sanki sınıflara eşit mesafedeymiş yanılması yaratır.

EKONOMİK MODEL DAYATTILAR
1980 öncesi uygulanan ithal ikameci model de emperyalizmin borç ve sermaye ihracına uygun bir modeldi. İkinci Dünya Savaşı sonrası, sömürgeciler, sömürgelerin ağır masrafları ve bunun karşılığında yüklendikleri risklerin yerine bir başka siyasi model geliştirdiler. Bu elbette sadece sömürgecilerin dış dinamiğiyle olmadı, iç dinamikler de bu yöndeydi. Milliyetçilikte bir patlama oldu ve pek çok devlet ortaya çıktı ve bu devletlerin hemen hepsi de eski sömürgelerdi. Görünüşte bağımsız, özünde bayrak bağımsızlığından ibaret devletler başta olmak üzere, Türkiye de dâhil olmak üzere bir ekonomik model dayattılar: Devlet egemenliğinde, müdahaleciliğinde bir kalkınma. Bunu yaparken de elbette, batıya yetişmek için, Batıyı taklit etmek gerekir dediler. Oysa kapitalizm, Batının kendi iç dinamiğiyle, a priori olarak ortaya çıkan bir sistemdi. Diğer ülkelerde ise a posteriori olarak sunulan bir model vardı ve bu modele uymak da zorunluydu. Bu ülkelerin biçimsel bağımsızlığı, Batı’nın fayda/masraf analizi sonucu karar verilmiş, bir yeni ve içsel sömürgecilik biçimiydi. Oysa o ülkeler zengin olduğu için diğer ülkeler fakirdi zaten. Bir de yalan uydurdular “kalkınma” dediler adına.
70’li yılların ortalarından itibaren kapitalizm yapısal bir krize girdi. Refah devleti, müdahaleci devlet anlayışı, Keynesci ekonomik politikalar gitmiyordu artık. Bu krizden çıkışı da, devletin tamamen ekonomiden çekilmesi gerektiğini ileri sürerek aşmaya çalıştılar. Artık kalkınma sözü ortadan kalkmıştı, sosyal devlet olgusu bitiyordu ve neoliberal dalga esiyordu. Bunu yaparken de o ülkelerin kahve edebiyatı yapan yazarlarını da anormal maaşlarla atlarının terkisine aldılar. Onlar görünürde cahil halka “doğrusunu” öğretiyorlardı. Dün de solcu değillerdi, o yüzden hiç dönek olmadılar.

ULUS DEVLETLERİ BİTİRMEK İSTİYOR
Kapitalizm, geçmişte bir milli pazara ihtiyaç duyuyordu ve bu da ulus-devletle sağlanıyordu. Oysa şimdi “Çok Uluslu Şirketler” (ÇUŞ) dünya sanayi üretiminin yaklaşık yüzde 80’ini gerçekleştiriyor. Burjuvazi adına küreselleşme denen, sermayenin uluslararasılaşması nedeniyle geçmişte bağımsızlığını desteklediği ülkelerin şimdi de çözülmesini, ulus-devletlerin bitmesini istiyor. Çünkü bu devletlerin işleyişi uluslararası kapitalizmi, emperyalizmi olumsuz etkileyebiliyor. Bu bağımsızlıklar da, IMF, Dünya Bankası aracılığıyla pratikte yok ediliyor. Zenginin şerefi, fakirin ise onuru vardır. Şeref, onuru parasıyla döver.
12 Eylül 1980 burjuvazinin bayram günüdür. Emekçilere, işçi sınıfına ve onların davasını savunanlara karşı kanlı bir darbedir. Bugün TEKEL işçilerine yapılan saldırı, 24 Ocak ve 12 Eylül bilinmeden anlaşılamaz. Kenan Evren, kürsülerden hep işçilerin yüksek ücret aldıklarını söylüyordu. Bir ara garsonlara -amiyane tabiriyle- kafayı takmış, garsonların çok yüksek ücret aldıklarından yakınıyordu. Üniformalı liberalizm, has adamları olan Özal’ı darbe sonrası hemen bakan yapmıştı. Özal döneminde de 12 Eylül’ün emekçilere yönelik saldırı politikaları, birkaç göstermelik uygulama dışında, aynen izlenmiştir. Siyasi olarak da bir süreklilik izleniyor ve Mine Bademci’nin yol arkadaşı Hıdır Aslan, bizzat Özal ve emrindeki ANAP’lıların oylarıyla 1984’te idam ediliyordu. 24 Ocak’ın mimarı Özal açıkça “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak programının neticelerini alamazdık” demişti.
O zaman Özal’a övgüler düzenler ki bunlar bütün darbelerin önce kışkırtıcısı sonra da destekçileriydi, şimdi de TEKEL işçilerine saldırıyorlar. Onlar hep aynı tarafta, biz de öyle… Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği için olmuştur, bugün de TEKEL işçileri bir tarih yazıyor ve olması gerekenler oluyor.
24 Ocak’ın Başbakanı Demirel, 60’lı yılların başında dönemin ABD Başkanı Johnson’la, Başkan Yardımcısı iken çektirdiği fotoğrafını oy isterken büyük bir marifetmiş yapmış gibi olarak kullandı. Başbakan oluşunda bu fotoğrafın önemli bir payı vardır.
Sevim, benim kardeşim ve yol arkadaşım. 12 Eylül 2009’da faşist darbeyi protesto ettiğimiz yürüyüşte yan yana yürürken bir fotoğrafımız var. Demirel’in Johnson’la fotoğrafı varsa benim de Sevim’le var. Hayatınızın özeti bazen bir fotoğraftır. O fotoğrafta kimlerle yer aldıysanız, ona göre de “yeriniz” belirlenir.
http://www.yenidendevrim.org/resimler/ekler/7369e37b2aa1404_ek.jpg

Yürüyüşte taşınan fotoğrafların arasında Mine Bademci’nin de fotoğrafı vardı. Sevim Ulaş, bu ne güzel bir soyadıdır ve Sevim’e ne de yakışmaktadır, TEKEL işçisi bir emekçi olarak kendilerine yapılan sınıfsal saldırının kaynaklarını ve saldıranların babalarının kimler olduğunu gayet iyi biliyor. Mine düşüyor, ama şimdi Sevim yürüyor; Mine’nin neden vurulduğunu da bilerek yürüyor. Onlar; Tağmaç, Erim, Talu dediler, biz Mahir, Hüseyin, Ulaş dedik. Onlar Demirel, Evren, Özal dediler, biz ise Mine, Hıdır, İlyas dedik. Burjuvazi ile emekçilerin mücadelesi işte bu, hiç uzlaşamıyor ve hâlâ sürüyor ve sürecek de…
TEKEL’de dibine kadar bir sınıf çatışması yaşanıyor. Bu çatışmayı burjuvazinin CHP, MHP gibi diğer partileri sureti haktan görünmek için ve kendilerince siyasi rakiplerini yıpratmak için kullanmaya çalışıyorlar elbette. İktidarda Derviş’in CHP’si veya Halit Narin’in MHP’si olsaydı, bu kez AKP’liler aynı şeyi yapacaklardı. Burjuvazinin renk katalogunda AKP yeşil, CHP sarı, MHP ise kahverengidir ve hepsi de burjuvazinin tablosunda çeşitli renk ve biçimlerde rollerini oynarlar. Faşizmin ve/veya burjuvazinin emrine kalemlerini kiralamış olanların sanki o işçilerin yanındaymış gibi yapmaları da doğaldır. Bütün bunlar tereddütte bırakmasın, yaşanan bir sınıf kavgasıdır. TEKEL işçileri rüzgârı işçiden yana estiriyor…. Saflar netleşiyor, boyalar dökülüyor…

Not: TEKEL işçilerinin eldiven, bere, çorap, iç çamaşırı, çay, şeker, bardak ve strafor ihtiyacı var. Dayanışma için adres: TAKSAV Atatürk Bul. No: 127/10 Bakanlıklar-Ankara

Tel: 0312-4197318
*Yeni Harman’da yayınlanmıştır.

Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
(Ahmed Arif – Anadolu Şiirinden)Boşlukta yankılanan ümittir bizi ayakta tutan, bu keşmekeşlik sarmalında hiç olmadığımız kadar diri kalabilmemize vesile teşkil edendir. Düşüp de kaldığımız kaldırımlarda, tur bindirilip geride kaldığımız koşullardan yeniden ayağa kalkabilmemiz için el verilmesinin karşılığıdır. Köşeye sıkıştırılmışlığımız karşısında her an ortada görünmeyen ama orada olan bir gediğin açılabileceğini bildirendir. Günün dönüşmeye, hayat akıp gitmeye devam eder iken kayıpsızlığımıza sevinmemize neden olan da bu ümittir. Kaybettiklerimizin değerini bilincimize kazıyarak sıfıra da insek yeniden başlayabileceğimizi zerk edendir dimağlarımıza. Görünen köy kılavuz istemez. Karşılaştığımız ve güncel olanın dahilinde sunulanların, yaşananların, gayret gösterilen, eteklerinden çekilen, sahnede kalması için daha çok çaba sarf edilen ya da her an alaşağı edilmesi için hamlelerin bekletildiği bu sundukları ki biz onu hayat olarak tanımlıyoruz, önümüze çıkarttığı geniş resmin kenarından gördüğümüz hiç ama hiç bir şekilde o direnç noktalarında yalnız olmadığımız, omuz vereceğimiz, omuz alacağımız birilerin olduğunu çözümleyebilmemize imkan tanır. Tekel işçilerinin öncüllükleri ile yaşama tutunmak için sonuna kadar direnebilmenin, ümidi son ana kadar taşımanın gerekliliğini bilahare tekrar etmeliyiz. Koşulların ve şartların giderek daha kötüsüne mahkum ediliyor olsak da, elimizdeki avucumuzda maddiyattan gayrı, onurlu bir yaşam filizinin bulunduğunu, onu ta içimizde taşımaya devam ettiğimiz gerçeğidir kısa girişin ezcümlesi. Yüreklerini karartanların, seslerini bir anda suspus edenlerin, öteki öteki deyip kendisini onlardan uzakta ayrıştırmaya devam eden hayalci yaşayanların, bu sefer olmasa da bir dahaki sefere kendilerine böyle bir hayat piyangosunu vurup vurmayacağı belli olmayanların yüz kızartıcılıkları karşısında sığınılabilecek bir barınak, ümit. Kısa bir görünüm, ufacık bir metin bile bunu anlamlandırabilir, tıpkı geçtiğimiz Pazartesi akşamı canlı olarak yayınlanan Deuss Ex Machina programının başlangıcında alıntıladığımız Turgut Uyar’ın dörtlüğü gibi “Hazırladım hazıra durdum giydirdim gölgemi Kuş çığlığı senin bölgen sorma benim bölgemi Aşklar telef olur gider sokak köpeği gibi Gitsin. Harcansın bazı şeyler. Sen dur e mi” Tek yönden ve tek bakışımdan mümkün olduğunca daha derinlere bakabilmeyi, kimi zaman kısıtlılıkla mümkün mertebe sunmaya gayret eden Makina’nın çarklarını döndürmeye devam ettiğimiz 286. bölüm dahilinde, bu istikamet üzerinden şekillendirilebilecek bir dinlencelik seçkisini oluşturmaya çalıştık. Yönü ve kapsamsallığı ile kelimelerin karşılığına denk düşebilecek, o lazımgelen ümidin tılsımını tanımlandırmaya yardımcı olacak sesler bu kapsamın dahilinde sunuldu. Müziğin alelade bir dolgu olmasından ise gerçekten bize lazım olanları bulabileceğimiz bir çatı olduğu noktasından hareketle, dönüşerek, dönüştürerek ses dehlizleri arasında dolaşmaya devam ettik. Kısa yoldan tanı konulamayacak sorunların, aşılamayacak duvarların, korku öğesi haline dönüştürülenlerin bolluğu karşısında hakkaniyetli bir ümidi tesis edebilmek için müzik, edebiyat ve sinema bizlere beklentiler doğrultusunda en elzem olanı sunacak olduğuna inancımızı korumayı sürdürerek. Makina’da albüm önerisi olarak sizlerle paylaşmak istediğimiz Hendrik Weber ya da bilinen ismiyle Pantha Du Prince bu belirginleştiriciler doğrultusunda minimal techno sınırlarında yapılandırılmış müziklerle beraber yeteri kadar açık ve cesur, tavizsiz bir ses erimini kulaklarımıza sunmayı başarır. Rough Trade’den yayınlanacak olan üçüncü uzun çaları Black Noise’a dair söyleyeceklerimiz ile beraber Pantha Du Prince’i ve onun nadide müziğini takdimimizdir.

Techno insansı olanın makineler ile türetilebilirliğini kanıtlayan bir müzik türüdür. Steril, yeknesak olmayan aksine sürekliliği sağlanan sesler, farklı okumaların, anlamlandırmaların çıkartılabileceğini pek çok kez kanıtlamayı başarmış örnekleri, içeriğinin dahilinde dinleyenlere sunulduğu nice önermeyi barındıran bir müzik disiplinidir. Sesin dönüştürülebildiği müddetçe geliştirilebildiği, ucu bucağı olmayan bir zamane metaforlar tarlası olarak da değerlendirebilmek mümkündür. Özellikle 1990-2000 dönemi dahilinde ortaya çıkartılmış, tanım kazandırılmış olan Amerika’da Detroit’in bayraktarlığını (Kevin Saunderson, Derrick May, Juan Atkins, Robert Hood vd.) yaptığı, Avrupa’da ise Almanya’nın (Wolfgang Voigt, Basic Channel, Thomas Fehlmann, Robert Henke vd.) öncüllüğünü gerçekleştirdiği minimalist kuşağın, techno’nun soy ağacında ilk başta demiş olduğumuz önermeyi geliştiren ve derinleştiren bir bütünlüğü karşımıza çıkarttığını tekrarlamalıyız. Müziğin yetkin bir biçimde pek çok farklı çıkarsamayı beraberinde getirmesinin mümkün olmasını bugün yıllar sonra dinlediğimiz kimi kayıtlarda duyumsayabilmek halâ olasıdır. 2000’li yılların içinde yayınlanmış minimal techno etiketine sahip ama içeriğinin bu geliştirilebilir örnek dizgisinin tamamen gözardı edilerek, tekdüze bir döngünün birbirinin peşisıra ayrı kayıtlarda kullanıldığı yapımlardan uzakta bir kurgu anlam kazandırmaya çalıştığımız. Her dinleyişte yeniden kelimelerin dökülüvermesine imkan sağlayabilecek kadar yetkin bir doğaçlamanın, tadılmamış ses deryalarının kulaklara sunulduğu bir alaşımdır minimal techno. 2002 yılında faal olan X-ist.com sitesi için kaleme aldığımız ilk derli toplu incelememize konuk ettiğimiz Hamburgeins toplamasının ardında yer alan Dial ekibinden birisi olan Hendrik Weber ya da Pantha Du Prince melankolik ses yüzeyleri arasına ilintilediği çoğu zaman çiseltili, puslu ama iç karartmayan, aksine zihin açmakta mahir teorileriyle beraber minimal techno döngüsü dahilinde incelenebilecek yeni bir yolun varlığı üzerinde kurgulamalarını paylaşan bir isim olarak takip edilesi olduğunu salık vermiştik. Minimalist eşiğin bütünüyle gözardı edilmeden yeniden tanımlandırıldığı, Köln Techno’sunun popüler olanla ilintisinden ve Frankfurt ses eriminin kaideleri yıkan yüksek bass destekli döngülerinden ayrıksı bir duruş kulağa çalınmıştı Hamburgeins toplaması aracılığıyla. David Lieske, Paul Kominek ve Peter M. Kersten üçlüsü tarafından temellendirilen Dial dönemin alıp başını giden minimal techno türevi ses odakları arasında heyecan verici bir cevheri tanımlandırmaktaydı. Melodik geçişkenlikler, tılsım barındıran armoniler, hareketli olmayan ama sakil de durmanızın mümkün olmadığı dans edilebilir figüratif çıkışlar ile bugünden farklı olarak taze bir müzik sunumu gerçekleştirilmekteydi. Pantha Du Prince olarak kariyerine devam edecek olan Hendrik Weber’in müziğiyle ilk tanışıklığımız bu toplama albümde yer edinen Glühen 4 ve Panthel namlarıyla kaydettiği parçalar aracılığıyla olur. Elena Lange, Mense Reents ve Thies Mynther ile Bas gitarist olarak yer aldığı, spacepop, artpop grubu Stella’nın üyesi olduğunu çok sonraları tesadüfler neticesinde öğreneceğimizdir. Alternatif müziklerin birbirlerinden aldıkları kuvvetle yeni çekim alanları, yeni önermelere zemin sağladığı günlerden bu yana müziğini geliştirmeye çalışan bir üreticidir Hendrik Weber ya da Pantha Du Prince. Modellenebilir, örnekleştirilip kalıba dökülebilir bir techno estetiğinden uzak, alabildiğince genişletilip, esneyebilen, muhteviyatının tam olarak kesitirilemeyeceği sürpriz seslere her daim şans tanınan bir kurgulama sanatçının müziği için atfedebileceğimiz ilk önerme olacaktır. Kurgu gelişimi dahilinde melodik kesitlerden, deneysel ara yollara, endüstriyel pop figürlerinden, techno’nun dinamik çıkarsamalarına kadar değişkenlerin sürekli yer değiştirdiği bir ses kütüphanesi tanımı sanırız daha hakikatli bir çözümleme için kayıtlar hakkında notlarımızı iletmeden önce yeterli olan ön bilgiyi sağlayacaktır.2004 yılında Dial etiketiyle yayınlanan debut çalışma Diamond Daze pratikte minimal ses eriminin diğer müzikal türler ile bağlantılarının kulaklara servis edildiği bir bütünlük olarak dinleyicilerle paylaşılır. Bir yanı geçmişte biriktirilmiş, dinlenerek özümsenmiş olan seslerle diğer yanı henüz çok yeni duran bir dans müziği ekolünün hemhal ettirildiği bir kurgulama yolu tercih edilir. Sanki bir bulmacanın eksik parçalarını yazar gibi çözümlemeye başladığınız ilk hamleden sonra olabildiğince çözümlemenin kolaylaştığı bir sihirli kayıt karşımıza çıkartır. Minimal techno teorilerinde alışılmış olanın dışında deneysel kesişimler tıpkı Lawrence, Isolée, Markus Nikolai, Superpitcher, Akufen vd gibi dönem içerisinde gelişmekte olan birbirlerinden değişik kolajlamaların paralelinden cesurca bir adım olduğunun altını çizeceğimiz örnekler ihtiva eder Diamond Daze. Albümün açılışında yer alan Suzan, hayatın parçalanmış hikayelerinden bir kesidi arz edercesine durağan ambient tonlu girişin hemen ardından techno sınırlarında cereyan eden karşılaşmaları, yıkımları manidar bir şekilde kulağa taşıyan melodramatik bir enstantane ile perde denilir. Mahir techno seslerinin kudretli yansı ve izdüşümleri arasına serpiştirilmiş olan deneysel betiklerle kotarılmış olan St.Denis Bei Licht, piyanoda türetilmiş olan minimal titreşimlerin techno odağında başka bir yapılandırmaya evrildiği hatta hafiften de olsa dans ettiriciliğin ilk yankısı olan The Right For Romance ile katmanların derinleştirildiğini, müziğin ise giderek daha iyi bir rotayı arşınladığını belirtmeliyiz. Detroit techno mümessiliğini layıkıyla yerine getiren sert endüstriyel basların zuhur eylediği Satin Drone türün klasik unsurlarının yanında bu seslerle nasıl bir deneysellik ortaya çıkartılabilir sorusunun net bir yanıtını barındıran bir ara türetim olacaktır. Bol eko takviyeli spacepop girizgahının hemen ardında bitiveren, saydamlaştırılmış Köln technosu Circle Glider albümün de doruk noktalarından birisidir. Dominik Eulberg’in detaylı doğa seslerinden derleyerek kurguladığı organik techno damıtımlarına yakın duran, açmazlarımızı daha rahat gözlemleyebilmemize imkan sağlayacak kadar bütünleşik, hakkaniyetli ve dinlendikçe anlamlar çıkartabilmenin daha rahat olduğu bir belgesel kayıt olan Butterfly Girl, Diamond Daze albümünde yegane parça seçilmesi gerekli ise tek başına bu yükü taşıyabilecek örnek olarak anılabilir. Cocteau Twins’in benzeşsiz ses eriminde Elizabeth Frasier’ın nefes kattığı özgünlük damarından esinlenilmiş olan Sad Saphire, Pantha Du Prince külliyatının nasıl bu kadar çarpıcı olduğunu yeterince kuvvetli bir şekilde kanıtlayan, belki çok dikkatli dinlediğinizde ikinci bir R.V., Dexter hadisesi olarak da değerlendirebileceğiniz dram / sekansı olarak albümün finaline ulaşırız. Sisler altında kalan bir vedianın canlandırıldığı, gidişlerin ne zaman olacağını kesitemesek de kaçınılmaz olanın vakti geldiğinde nasıl tıpış tıpış o kasvet yükünü çekmeye başladığımızı, hemen herşeyi yeniden gözden geçirmeye hazır olduğumuzu kendimize bile hissettirmeden başladığımız yolculuğu simgeleştiren Glycerine’le son nokta konulur. Anlam kazandırıp, kudretli ses erimlerinde yeniden şekillendirdiği müzikler Pantha Du Prince’in bir prodüktör olarak paylaştıklarını manidar bir şekilde gerçekçi kılmaktadır. Hayattaki kırılmaları ve dönüşümleri gözleyebileceğimiz, arada sırada karşılaştığımız çıkmazları, ışıksız, ıssız kalışlarımızı, kimsesizliğimizi, kederlerimizin çoğaltımlarını her defasında anımsatan yetkin bir tasvirci kimliği karşımıza çıkmaktadır. Hemen yer yaptığı kayıtta, imzasını kondurduğu her bir parçada buna dair detayları hissedebilmek mümkündür. Müziğin bu kadar özümsenmesinin yegane yolu ne kadar da kendimizle bütünleştirdiğimizden dolayı değil midir? Bilim Kurgu yazının mihenk taşı olmuş yazarlarından James Graham Ballard’dan alıntılanmış; kırılgan ama derin bir ışık vardı cümlesinin üzerinde bina edilmiş olan 2007 tarihli This Bliss albümünü bu değerlendirmenin ışığında mercek altına almak mümkün olacaktır. İlk albümün tereddütlü, bazı anlarda lo-fi gürültülerden beslenen yapısının daha kararlı, birbirlerine geçiş paylarının bırakıldığı akustik, elektronik dengesinin kararında ayarlandığı bir düzenek ortaya çıkartır Pantha Du Prince. Sanatsal bir kurgulama, yapıt kaygısıyla anlaşılmaz itici bir önerme olmasındansa herşeyin yerli yerine oturtulacağı, dinlendikçe anlamlandırılabilir detaylara, yorumlara ev sahipliği yapan kaydın açılışını ağırdan alınmış techno döngünsünün sarmalayan zil seslerinden berrak bir kompozisyonun derlendiği ambient-dub-techno Asha çalışmasıyla gerçekleştirilir. İngiliz minimalist kompozitörlerden Robert Skempton’ın yazdığı Saturn Strobe, sanatçının yapmaya çalıştığı sentezi netleştiren, çözümlemeleri kesintisiz bir biçimde uygulamaya geçiren bir örnek olarak anmak mümkündür. Yalın olduğu kadar yenilikçi klasik akımı techno gibi uygulaması ve ilintilenmesinin son derece dikkatli bir biçimde yapılması gerekli olan, ki tersi pek çok örneği resmen yüzüne gözüne bulaştırmış projelerin olduğunu çeşitli kaynakçalarda görülen bileşkede Pantha Du Prince iki farklı müziği birbirine lehimlemiştir. Açık bir biçimde ilan edilen zamane bir manifestodur kanımızca Saturn Strobe. Karanlığın kasvetini yükselttiği, ümidi silip süpürmeye çalıştığı şimdilerde gerçekten lazım olanın kısacık da olsa bir önerme, bir el, bir ses olduğu gerçeğini hatıra düşrümeyi başarmaktadır. Yetkin technoesque döngü endüstriyel gelişimin yanında insanlığımızdan da uzaklaşmamızı, akustik yansılar ve Skempton’ın partisyonu ise tüm bu harala gürele içerisinde nasıl bir sağduyuya ihtiyacımız olduğunu artık hicap duymanın bile resmen reklam edildiği şimdilerde hiç değilse oralara kadar düşülmemesi gerektiğini, herşeyin kararında kalması gerektiğinin sinematografik bir kurgusu sunulur. Albümün daha en başında minimal techno ve ötesi için lalettayin kurguları sınıf dışı bırakmayı başaran bir önerme olur. Derinden yükselen techno döngüsünün evreler aşıldıkça bir gece fonu olmasını sağlayan, tek bir döngü ile yarım saati aşan kayıtlar üretip bunu da minimal techno diye lanse etmeye çalışanlara, shoegaze’den, minimal house’a referans noktaları arasında dolaşmakta olan Walden 2 parçasına kulak kabartmalarını salık verebiliriz. Kırılganlaştırılmış techno nağmelerinin birbirleri arasında paslaştırıldıkları gidip geri dönen döngüler dahilinde, değişkenliklerle albümde atfedilmiş ışık hüzmesinin canlandırıldığı Eisbaden, albümün deneysel alaşımları içindeki öncüllüğü olan, Deuss Ex Machina külliyatının da favorilerinden birisi olmuş White Out parçası akademik minimalizmin dans müziği kültüründe nasıl yeniden şekillendirilebileceğini pek çok mahir öncülü gibi başarmaktadır. This Bliss’in kapanışında bütün çalışma boyunca cereyan eden etkileşime göndermelerin çözüme ulaştırıldığı ışığın hissedilir bir şekilde yansımasının duyumsanabileceği, deneysel kesişimler ile Dial’ın başatlığını yaptığı Hamburg minimalizm ekolünüm temsil edebilecek parçalar arasına dahil olmuş Paranoid Writings-Seeds of Sleep güzellemesi ile final gerçekleştirilir.Her bir kayıt ayrı bir basamaktır Pantha Du Prince için. Kimi zaman hayatta karşılaşılanlara karşı yeni yollar keşfetmek için bir arayüz, kimi zaman bir metinden alıntılan cümlenin yansıttıkları ile tanımlandırılmış dünya tasvirine değişik yaklaşımlar, en olmadık anlarda gözyaşlarına boğulmanıza neden olan ezeli yüklerinizin, acılarınızın aynı anda hep beraber görünür kılınmasını sağlayabilecek kadar ustaca kotarılmış ikrar düzeneği sanatçının çalışmalarını daha özgün kılmaya yetecek kadar çeşitliliği aynı anda suna bir bütünlük karşımıza çıkartmaktadır. Topyekün farkındalılık için önce yürekten dinlemenin, anlamanın, ısrarcıl yaftalara ve susturmalara sarılmadan izahatları işitmenin gerekliliğini duyuran önermeler üçüncü uzun çaları olan ve Rough Trade etiketinden yayınlanmış Black Noise çalışmasıyla yolumuzu kesiştirmektedir. Joachim Schütz (Arnold Dreyblatt Trio) ve Stephan Abry (Workshop)’nin Hendrik Weber’e eşlikleriyle derlenen saha kayıtlarından alt yapısı oluşturulan Black Noise albümü günlük kakafoninin duyumsatmadıklarını, izansızlığı, kötü hallerin tümüne dair nitelkli, söz söyleme gereği hissettiren bir belgesel kayıt haline dönüştürülür. Taşlar yerleştirildiğinde ortaya çıkan imge farazi bir kurmacadan çok daha hakiki bir görünüm olarak dinleyicinin beklentilerine yanıt bulabileceği bir kayıt haline evirir Black Noise albümünü. Minimal techno’nun doğal seslerle bütünleştirilerek yeniden tanımlandırıldığı, kullanılan zil seslerinin drone tınılarına dönüştürüldüğü Lay In A Shimmer parçasıyla dinlencelik başlatılır. Elektro-akustik tını hüzmelerinde derlenmiş olan kesitlerin, techno vurgusuna haiz ritmlerle dansının canlandırıldığı Abglanz, Chk Chk Chk’ten Tyler Pope’un bas gitarıyla konuk olduğu ve programımız içerisinde paylaştığımız The Splendour parçası “indielektronika” kırması seslerden mürekkep bir dinlencelik olarak, giderek yükselen bir dans döngüsünün içerisine dinleyiciyi etkileşimli bir biçimde davet eder. Techno’nun değişkenliği üzerine oldukça ilginç bir deneysel kayıt olarak albümde yer edinen ve Panda Bear’den Noah Lennox’un kendi yazdığı vokalleriyle konuk olarak yer aldığı Stick To My Side, doğaçlama havasıyla popüler kültür klişelerini iğneleyen, Pantha Du Prince öncesi Stella günlerine bir selam olarak da düşünülebilecek yapısıyla Black Noise’da ön plana çıkmayı başaran kayıtlar arasındaki yerini alır. Detroit Techno’nun uzun zamandır unuttuğumuz bereketli, emek verilmiş ses kolajına, endüstriyel tınılarla beraber kotarılabilirliğine dair yetkin tasarı Satellite Sniper, albümden hemen önce Dial etiketinden yayınlanmış kısaçalardaki versiyonu 12 dakikayı aşan, krautrock’ın techno ile bileşiminin en ulaşılabilir örneklerinden Behind The Stars’ın yenilenmiş düzenlemesi gibi sadece belirli başlı müziklerle haşır neşir olmayan, kulağı değişik, türetilebilir seslere meraklı olanları yeterince tatmin edecek bir güzelleme olarak Black Noise’da yerini alır. Dünyanın bugünkü haline dair çıkarsamaların canlandırıldığı kullanılan zil seslerinin bir uyarı aracı olarak parçanın merkezine konumlandırıldığı Welt Am Draht parçası, aynı zamanda Rainer Werner Fassbinder’in 1973 yılında Daniel F. Galouye’un ‘Simulacron Three’ romanından yola çıkarak senaryolaştırdığı yapıma ithaf edilmiş film müziği olarak görülebilecek, kuvvetli bir aforizmadır. Black Noise dahilinde drone ağıdına dönüşen Im Bann parçası gibi uzun bir süre etkisinden kolay kolay kurtulamayacağınız yüzeylerle karşılaşabilirsiniz. Albümün kapanışını gerçekleştiren Es Schneit, bütün bu saha kayıtları ile derlenmiş olan, oradaki, ama dikkat edilmedikçe fark edilmeyen kara seslerin belirginlik kazandırıldığı nefesi kuvvetli bir pop ambient kurgusu olarak son dönemeci tamamlar. Pantha Du Prince’in Dial çatısı altında yayınlanan kayıtlarından bu yana gelişimini sürdürdüğü bir müziğin mihmandarlığını yapmaktadır. Gürültünün iyice dibe çekildiği sabah saatlerinde dinlenildiğinde daha fazla manalar yüklenebilecek Black Noise gibi albümler, enikonu sığlaştırılan minimal techno müziği için henüz herşeyin bitmediğini gösteren bir nitelik kazanmaktadır. En zor anlarda bile hayata yeniden tutunabilmek için dirayetli olmanın gerekliliğini çözümleyen sesler muhteviyatının dinlencelik listenize farklı olana dair dönüşümü sağlaması temennisiyle…

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Bak, Dövüşenler De Var – Tayfun ER – Birgün
Aman Oyuna Gelmeyin! – İçeriden Kumandan – Erkan GOLOĞLU – Radikal
Tekel Direnişi ve Yetim Hakkı? – Mehmet YUSUFOĞLU – Sendika.org
Tekel İşçileri Bu Ülkenin “Turnusol Kağıdı”dır! – Mustafa SÜTLAŞ – Bianet
Erdoğan’ın Tekel Çıkışı Ya Da AKP’nin ‘Tek’eli – Evrim ALATAŞ – Taraf
Unutarak Uyansam – Süreyyya EVREN – Birgün Pazar
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri

Değerlendirilesi Güncel Makale ve Yazılar
Şu Anda! Şimdi! – Bandista – Tayfa Bandista
İlmil İlmik Örülen Direniş: Tekel – Süheyla DOĞAN – Bianet
İkiz Cinayetler – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar – Michel Foucault’dan Rollama – Proscenium Arch

Antisemitizle Suçlanan Yahudi – Naomi KLEIN Söyleşisi – Mete ÇUBUKÇU – Radikal 2

Pantha Du Prince Preps Black Noise – Resident Advisor

Markus Guentner Official

Mike Slott At Myspace

Enternasyonel Gürül/(tü)Gürül Çağlama Clicks,Cuts,Micro,Id,Neo Galactica,Space Tunes, Indie,Mini-m@l,Textart,64 Bit Konvasiyonel Techno Musikileri-Esenlikle Dinleyiniz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;

Dinamo – makina10.45[nospam]gmail[dot]com – Makina

Her Pazartesi Gecesi 22:00 -23:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8

———————————————————

>>>>>Info Go-R-Sel

Humanity In Motion II – Winnie’s Human

Winnie’s Human Flickr Page

Resim – Evren ÖZESEN – Tekel Direnişi

Pantha Du Prince Photos Courtesy From Below Listed Web Site:
Pantha Du Prince Official

>>>>>Poemé
Çadır Kuşağı – Salim JABRAN

İstersem gülümserim,
kolay ne var bundan.
Ama karanlığı kalacak gözlerimde
mezar çiçeklerinin,
bir yaşlı selvinin karanlığı kalacak,
alt üst olmuş yurdumun köylerinde,
acı sessizlikle kuşatılmış yurdumun köylerinde,
yıkıntılar arasında güçbelâ ayakta duran
bir yaşlı selvinin.

Hangi halkı parçalamıştır tarih,
parçaladığı kadar benim halkımı?
Halkım benim oldu toprağımdan,
saçıldı dört bir yana halkım benim.
Daldı yurdum uykuya
iççekişleri arasında ufkun.
Bense burdayım,
gözlerim kapkara, zifir gibi,
çadırların karanlığını taşır gözlerim.
Çocuk dudakları değil bu dudaklar artık,
analarını çağıran dudaklar değil,
döndüler kuru bir ekmeğe,
çağırmazlar hiç kimseyi.

Siz orda barıştan dem vurun hâlâ,
ben burda durayım köksüz.
Ben burda boşluğa asılmış bir tavan.
Çadırlarda büyüyen bir kuşağım ben,
ben, çadırlarda çoğalan.
Bir daha kulak verin,
bir daha dinleyin beni:
Büyüyen ve çoğalan bir kuşağım
ben kara çadırlarda.
Kalsın sizin ekmeğiniz sofranızda.
Uyuyayım ben burda aç ve susuz.

Ama tarih dört açsın gözünü
bizim çadır kuşağına.

Çevirenler: A. KADİR – Afşar TİMUÇİN
Kaynakça: Şiir.gen.tr

Older Entries