>Deuss Ex Machina # 311 – Gyászos Jelek És Szálló Műholdak

Leave a comment

>Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_311_–_Gyászos Jelek És Szálló Műholdak

02 Ağustos 2010 Pazartesi gecesi “canlı” yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Ses Bütünlemesi: “Tzadik” Etiketi Özel Yayını
>1<-Cyro Baptista's Banquet Of The Spirits-Kwanzaa (Tzadik)
>2<-Jamie Saft-My Biggest Fear (Tzadik)
>3<-John Zorn-Piopio (Tzadik)
>4<-John Zorn-A Tiki For Blue (Tzadik)
>5<-Masada Quintet Featuring Joe Lovano-Haamiah (Tzadik)
>6<-John Zorn-Sacred Dance (Invocation) (Tzadik)
>7<-John Zorn & Masada String Trio-Symnay (Tzadik)
>8<-Koby Israelite-Shmekeria (Tzadik)
>9<-Scott Johnson-Americans III. Continental Divide
>10<-Masada Quintet Featuring Joe Lovano-Serakel (Tzadik)

Gyászos Jelek És Szálló Műholdak (311) – Kelimenin Tüm Alt Anlamlarını Karşılayan Bir Sıcaktır Gidiyor. Neresinden Bakılırsa Orasında Bir Yamanın, Bir Yaranın, Bir Eksiğin, Bir Gediğin Bulunduğu Günümüzün Tamamlayıcısı Kelime. Ne Olduğumuz, Nereye Doğru Koştuğumuz İse Haliyle Olduğumuz Yere Mıh Gibi Çakılı Kalmamızla Parallelikler Gösteriyor. Düşünsel İdmanlar Yerini Salt Serinliğin Özlemine Terk Ediyor. Öyle Ya Da Böyle Gündemin Hararetinin Asıl Bunalmakta Olduğumuz Havanın Isısının Yanında Çok Daha Önemli Olduğu Gerçeği İse Afakidir.Gerçekliğin Düşündürücü Etkisi Bütün O Sıcakların Etkisini Bir Anda Hükümsüz Kılıyor. Hükümsüz Bırakıyor, Yaftalamalara Doyulamayan, Bizlerin Yerine Karar Verenlerin İse Her Yeni Gün Kazanı Daha Da Hevesle Kardığı, Ateşin Altını Harladığı Bir Gündemin Ucundayız. Sıcak Dedik Ya, Duymadan, Anlamadan, İşitmeden, Kalben Karşılık Vermeden Cepheleşmelerin Önü İstisnasız Bir Biçimde Geliştirilmeye Devam Ediyor. Yorum Olarak Getirmek İstediklerimizi İse Her Şekilde Kendimize Saklı Kalması Gerektiği Janjanlı, Ucu Fiyonklu Paketlerle Tenkitlerle Arzı Endam Ediyor. Alın Siz Onlarla İdare Edin, Oyalanın Ne İşiniz Var Sıcaklarla Değil Mi? Koskocaman Hayal Kırıklıkları, Onarımı Neredeyse İmkansız Can Kırıkları, Muktedirin Muhalife Olan Düşmanlığının Yaratmış Olduğu Fay Kırıkları, Toplumumuzun İçten Dışa, Dıştan İçe Linçle Karıştırılıp Hamurunun İyice Serleştirildiği Mermer Kırıkları, Mozaiğin Hayal Olduğu Gerçeğinin Bir Sümela’da, Bir Yanı Başınızda Duyumsatılmasının Hüzünlendirici, Dehşetengiz Çoğaltımları Gibi Farklı Okumalar Mümkünken Salt Sıcak Mıdır Bizleri Etkileyen? Korkunun Hakim Dil Olarak Atanması, Ötekileştirilenin İstisnasız Fikrini Paylaşmasının Değil Susturulmasının Asıl Özne Olarak Sunumlandırıldığı Bir Eşikte Kopartılan Tantanaların, Hasılı Esası Konuşturmayan Bir Buhranı Ortaya Döktüğü Meydandadır. Beyler, Memurlar Arasında Mütemadiyen Mükerrerleşmiş Al Gülüm Ver Gülüm Kavgalarının, En Şahannesi Bizimkisi Yakarışlarının Ne Yaşadğımız Sıkıntılara Zerre Ehemmiyetin Verilmediği Gerçeğini Hatrımızdan Çıkartması İmkansızdır. Kolayca Yem Haline Dönüştürülen, Beğenmiyorsan Çek Git, Beğenmiyorsan Tercih Etmeyi Düşünmeyecektin, Beğenmiyorsan Emir Demiri Keser, Beğenmiyorsan Burası Türkiye Yok Öyle Diye Uzayıp Giden Hezeyanların Toplamı Emin Olunuz Şu Dakika Başı Sıcaklığın Ne Olduğunu Bildiren Duyurulardan Daha Çok Terletendir. Daha Fazla Düşündürendir. Görmesini Taraf Olmadan Anlamasını Israrla Sürdürenler, Sürdürmeye Çabalayanlar İçin…
[Hayalin H’sini Çoktan Unutmuş, Yazgısı Daima Karaya Çal[dırıl]anlar Cemiyetinin Mersiyelerinden Alamet-i Fukara Polemikler Terennüm Evi Yayını]

>>>>>Bildirgeç

Anayasa Reformu, 12 Eylül Ve Bugün – Filiz GAZİ *

Hikâyelerimiz var, içlerinde ecellerinin davranmasına gerek kalmadan ölüveren daha doğrusu öldürülüverilen çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar. Artık savaşa doymuş bir toplum olmuş olmamız gerektiğini kanıtlayacak kadar. Ölümle yüzgöz olmanın gururunu yaşayan bunca insanın, şaşalı ölüm karşılamalarının sıradanlaşmasının bir sebebi de türlü mekanizmalarla yaratılan unvanlı ölüm madalyaları. Faili meçhullerin buruk ve ne yazık ki hep hüzünlü olacak yakınlarına “unutma” telkini veren adalet sisteminin, bir şey yapamama utancından göz temasını esirgeyeceğiniz hasta tutukluların bürokrasinin kollarında ölüme terk edilişlerinin, doğduğun yerde asılı duran “devlet” nezdinde hayat ederinin, onursuz “hayata dönüş” operasyonunun, yakılanların, asılanların, aşağılanların ve daha nelerin müsebbibi biraz senin suskunluğun, biraz benim pratiksiz duyarlılığım ve hepimizin modern çağ takıntıları; koşuşturmaları, es geçişleri… Ama en çok da yasa koyucuların, “düzen” kuranların; düzenbazların. “Kürt açılımı mahlası” ile sözde barış çabasını yıllardır keşfedilmemiş bir şeymiş gibi gündeme sokan, intikam üzerine kurulu savaş istikrarını ise şartlara uygunluk gösteren söylemsel kışkırtma ile sürdüren iktidarın sihirli değneği şimdi anayasal düzenlemede. İslamcı ideoloji teorisinden, uhrevi çıkarlara hizmet eden pratiklerde bu ülkeye özgün iktidar taktikleri. İman dolu halk vekilleri halkın sofrasına, savaşı reva kılmak için dinsel içerikli milliyetçilik hassasiyeti (Şehitlik mertebesi gibi), icraatlarının dokunulmazlığı için de devletçilik katıklarıyla katıldılar. Bariz olarak gösterilmek istenen “Hak biliriz.” üzerinden sürdürülen politikanın davranışları da doğal olarak birkaç gün önce izlediğimiz Tayyip’in gözyaşları ile örneklendirilebilir. O yüzden abartmanın pek lüzumu yoktur. (Ne ölülerimizi ağzına almasın şeklinde asi tutum ne de duygudaşlık içerisinde Tayyip’in sözde hassasiyetine kapılma!) İyidir, hoştur, yakışır kıvamında bir yorum fazlasıyla manidardır.

Anayasa reformunun konuşulduğu şu günlerde referandumda vereceğiniz “Evet” ve “Hayır” yanıtları her şeyin değişeceği ya da değişmeyeceği şeklinde iki seçenekmiş gibi önünüzde. Bu arada çocukların ölümlerini seyrediyoruz. Abdullah Akçay bürokrasinin kollarında ölüme hazırlandı. Kışladaki atış talimi, Canan’ın piknik yaptığı alanda bir kurşunun kafasına isabet etmesiyle hedefini buluyor. Oğuzcan gene bir başka kışladaki patlayıcılarla hayata veda ediyor. Ceylan, Mehmet Nuri… Savaş hali her iki tarafa da ardı arkası kesilmeyen ölümler getiriyor. Bazen de öldürmüyor, süründürüyor. Fatma Tokmak, eşinden miras “suç” la müebbet hapis cezası alıyor. Gazeteciler, aydınlar, sanatçılar düşüncelerinden dolayı yargılanıyor, tutuklanıyor. Gene bu arada referandum için çeşitli kampanyalar yürütülüyor: “Yetmez ama Evetciler.”, “İki Hayır Birdenciler.”, “Boykotcular”… Herkes birbirinin tavrını ucube buluyor. Yıllardır sol cenahın bu ve benzeri kutuplaşmalar içerisindeki gölge boksu bitmek bilmedi. Yasa çalışmalarının tam teşekküllü bir adalet arayışına girmesi öncelikle iktidarın işine yaramaz. Tarafı belli adaletin eleğine takılanlar da genellikle teferruat olarak görülenler değil midir? Bir bakıma denilebilir ki referandum için karar verme tercihiniz bundan sonra olacaklar için de rıza göstereceğinizin önkabulüdür. (Bu reddediş iktidarın adının sadece AKP olmasından da ileri gelmemelidir.) Sonrasında ne parti tüzükleriniz ne ideolojilerinizin paradigmaları ne de yol gösterici, kuramcı efendibabanız sizi kurtarabilir olacaklardan. Ve tüm bu tartışmaların ortasında acı hikâyelerimiz hala devam ediyor.

Anayasa reformunun bu derecede ilgi görmesinin bir diğer sebebi de 12 Eylül hesaplaşması gibi bir vaadi içeriyor olması. Son bir kaç yıldır popüler bir geçmiş örneği olarak kolektif hafızanın gözdesi haline gelen 12 Eylül mağdurlarının kendilerini bugünün hizmetkârı olarak görmeleri hissiyat olarak kaçınılmaz. İhtiyacımız olduğunda çağırdığımız, tonajı düşük acılarla harmanlayarak yüzlere çarptığımız bir kezzap gibi. Buradaki düşüncem geçmişi geçmişte bırakarak, “unutma”nın kollarında huzura kavuşmak değil elbette. Ama bugün yaşanılanlar yedekte bırakılmayacak kadar fena şeyler değil mi? Tayyip Bey’in bugün için dökecek gözyaşısı yok mu? Sanat ve en çok da medya aracılığıyla kolektif hafızanın ezberi haline gelen 12 Eylül’ün bugüne taşınarak bir hesaplaşma derdine girilmesinin nedeni başka bir seçenek olmamasının dışında hiçbir vicdana ait değildir ve samimi bir jest de değildir. Pek tabii dünyada görülen bir çok örnek gibi devletlerin geçmişlerini kabul ederek yollarına devam etmeleri daha akıllıcadır. Her şeyden önce oldukça müşfik duran bir kıyaktır. Nazi rejiminin suçunu kabul eden Almanya gibi. “Willy Brandt’ın 1970’te Varşova’da İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında katledilen Yahudiler için anıtın önünde diz çökerek Nazi yönetimi tarafından işlenen korkunç insanlık suçlarından dolayı özür dilemesi, geçmişle ilişki konusunda ‘Alman özel yolu’nun bir ifadesi ve ‘eşsiz bir ritüel’” (1) olarak tarihe geçmesi gibi. AB’ye üye olmak isteyen Polonya’nın, Polonya’lı Yahudilere yaşattıkları acıların sorumluluğunu kabul etmeleri gibi. Tony Blair’in, İngiltere’nin fetih politikalarından dolayı, ABD Başkanı Bill Clinton’un, “Afrika’da yaklaşık 250 yıl önce Amerikalılar tarafından gerçekleştirilen köleleştirme hareketinin sorumluluğunu üstlenip” (2) özür dilemesi gibi. Kanada ve Avustralya Devlet Başkanlarının da benzer bir şekilde geçmişte atalarının yerlilere yapmış oldukları eziyetlerden dolayı utançlarını ilan etmeleri gibi. Arjantinli eski diktatör Jorge Rafael Videla’nın, tam 34 yıl sonra bugün, öldürülen ve kaybolanlar için yargılanıyor olması gibi. Ve dünyanın birçok yerinde kurulan Hakikat Komisyonları gibi…

Dünya’nın gözyaşlarımızın biriktiği bir yer olduğunu ve bu mezbahada kollarını kavuşturup durmanın ya da kılıç çekmenin eşit derecede beyhude hareketler” olduğunu söyleyen Cioran kadar ümitsiz değilim. Ama kılıç çekenlerin bir zaman sonra akıllarını birer yük olarak görmelerini, sadece “evrende birer nokta olarak yer işgal etme” ile eş görebilirim. Tüm tercihleri bir yana bırakın. “Can” yitiminin fena çok fena bir şey olduğunu bilmeyen, ısrarla anlamak istemeyen bir hükümetin hukukuna sırtımızı dayayabilir miyiz? Hadi dayadık diyelim, başımıza ne hal gelecek kestirebilir miyiz? Demem o ki artık iş başa değil, ayaklara düştü.

1- Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma “Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne”, İstanbul: 2. Baskı, İletişim Yayınları, 2008, s. 80
2- Sancar, s. 81

* Anayasa Reformu, 12 Eylül Ve Bugün – Filiz GAZİ’nin kaleminden Radikal Gazetesi’nin internet sitesindeki Tartışı-yorum başlıklı bölümünde yayınlanmış makaledir. Yazarın ve Radikal Gazetesi’nin anlayışlarına sığınarak, önemli bir okuma parçası olarak Deuss Ex Machina’ya alıntılıyoruz.

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Anayasa Reformu, 12 Eylül Ve Bugün – Filiz GAZİ – Radikal / Tartışı-Yorum
Evet, Hayır, Evet… – Karin KARAKAŞLI – Kronik Muhalif
Hangi Yurttaşlık Gömleğini Giyeceğiz? – Emrah GÖKER – Birgün
Kimliklerin İç İçe Geçtiği Bir Ses – Ferhat KENTEL – Taraf
Halkların Kardeşliğine Hapis Cezası – Sendika.org
Lanet Olsun… – Sezgin TANRIKULU – Bianet
Fişleme Ve Tecrit Demokrasisi – Nihal KEMALOĞLU – Akşam /Sendika.org
Kahverengi Nasyonal Sosyalist Cephe – Cemil ERTEM – Taraf
Erdoğan Sakine Muhammadi Aştiyani’yi Kurtar! – Avaaz.org
Öğretmen Hamallık Yaparken Öldü – Ferhat AKGÜN – Radikal
Baydemir Ne Dedi, Kim Ne Anladı? – Erhan ÜSTÜNDAĞ – Bianet
Munzur Hayattır, Bu Hayatın Akışını Durduramazsınız! – Aysel KILIÇ – Birgün
Fındık: Irkçılığa Ve Sömürüye İyi Gelir – Sol.org.tr
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri
Tabutları Doldurduk, Yaşasın Sınıfımız! – Umur TALU – Habertürk
Gürcü Gençlere ‘Yurtseverlik Kampı’ – Tom ESSLEMONT – BBC Türkçe
Fısıltılar Tahran’da – Mehmet BİNAY – BiaMag
Muasır Medeniyet Seviye Tespit Sınavı – Elmira CANCAN – Muhteviyat

Cyro Baptista Official
Cyro Baptista At Myspace
Cyro Baptista’s Banquet Of The Spirits At Myspace
Cyro Baptista’s Banquet Of The Spirits – Infinito Album Review – Joel ROBERTS – All About Jazz
Jamie Saft Official

Jamie Saft At Myspace
Jamie Saft At Twitter
Jamie Saft – A Bag Of Shells Album Informative – Jazz Loft
John Zorn At Wikipedia
John Zorn / Official Myspace Page
John Zorn / The Stone NYC
John Zorn / Hips Road Edition
Exploring The Topography Of John Zorn’s Continent – Nate CHINEN – The New York Times
John Zorn – Masada: Live In Sevilla (2000) – 3 Brain Karnak Interloper
John Zorn – Tradition And Transgression – John BRACKETT – Indiana University Press
Masada For Beginners At Wikipedia
Masada Quintet Featuring Joe Lovano – Stolas: Book Of Angels, Volume 12 – Album Review – Troy COLLINS – All About Jazz
Masada Quintet Featuring Joe Lovano – Rikbiel – Youtube
Koby Israelite Official
Koby Israelite At Myspace
Koby Israelite Notları / Deuss Ex Machina
Scott Johnson Informative On Wikipedia
Scott Johnson Informative On Tzadik
Scott Johnson – Americans Album Informative At SFGate.com

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – misak[nospam]dinamo[dot]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Biennalexxx – Mau:::
Mau:::’s Flickr Page

>>>>>Poemé
Hani Benim Gençliğim – Yusuf HAYALOĞLU

Hani benim sevincim nerede;
Bilyelerim, topacım,
Kiraz ağacında yırtılan gömleğim?
Çaldılar çocukluğumu habersiz..

Penceresiz kaldım anne,
Uçurtmam tel örgülere takıldı..
Hani benim gençliğim nerede?

Ne varsa buğusu genzi yakan,
Ekmek gibi, aşk gibi,
Ah, ne varsa güzellikten yana,
Bölüştüm, büyümüştüm.
İçime sığmıyordu insanlar..

Bu ne yaman çelişki anne,
“Kurtlar sofrasına” düştüm..
Hani benim direncim nerede?

Hani benim övüncüm nerede;
Akvaryumum, kanaryam,
Üstüne titrediğim kaktüs çiçeği?
Aldılar kitaplarımı sorgusuz..

Duvarlar konuşmuyor anne,
Ve açık kalmıyor hiçbir kapı..
Hani benim gençliğim nerede?

Daha kapılmamışken rüzgara,
Tatmamışken rakıyı,
Şiire yeni-yeni başlamışken,
Koştum, dağlara koştum;
Daha öpmemişken hiçbir kızı..

Yağmurları biriktir anne,
“Çağ yangınında” tutuştum..
Hani benim bilincim nerede?

Kaynakça: Şiir.gen.tr

>Deuss Ex Machina # 267 – Dreams Of The Red Chamber

Leave a comment

>

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_267_–_Dreams Of The Red Chamber

14 Eylül 2009 Pazartesi gecesi “banttan” yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Album Of The Week: Koby Israelite-Is He Listening? (Tzadik)
>1<-Metavari-Story For A Song Without End (Crossroads Of America Records)
>2<-Metavari-The Priest, The Shore, And The Wait (Crossroads Of America Records)
>3<-James Yorkston & The Big Eyes Family Players-Sovay (Domino Recording Company Ltd.)
>4<-James Yorkston & The Big Eyes Family Players-I Went To Visit The Roses (Domino Recording Company Ltd.)
>5<-Amiina-Þristurinn (Self Released)
>6<-Amiina-Tvisturinn (Self Released)
>>>>>Myspace Keşifleri / Talents From Myspace<<<<<
>7<-Bark Cat Bark-Haipakka (Dedicated Records)
>8<-Bark Cat Bark-Benque Viejo (Dedicated Records)
>9<-Gayda İstanbul-Kağıthane (Kalan Müzik)
>10<-Gayda İstanbul-Bum Bum (Kalan Müzik)
>11<-Bandista-Yan Babilon (Opzzz!)
>12<-Bandista Feat. Sultan Tunç-Pardon Afedersiniz Mr.Genelkurmay (Opzzz!)
>13<-Koby Israelite-Two Stone Down (Tzadik)
>14<-Koby Israelite-Papa Don't Trill (Tzadik)

Dreams Of The Red Chamber (267) – Sıramızı Bekleyip Sonuçları Görmek İstiyoruz. Talep Ettiğimiz Her Çözüm Hamlesinde Karşıtlıkların Baskınlığına Gebe Bıraktırılmaktan Usanan Kitleler Olarak Tek Bir Seferinde Bir Şeylerin Düzeltilebildiği, Arapsaçı Olmadığı, Çözümün Kaf Dağının Ardına Bıraktırılmadığı Bir Ülke Hayal Ediyoruz. Çok Mu Şey İstiyoruz. (Eylül-Kederine Sansür De Eklendi!)

>>>>>Bildirgeç
Hayatımızı idame ettirdiğimiz yerküremiz artık Charles Lutwidge Dodgson’ın zamanın ötesindeki bir tasvirler bütününde oluşturduğu, türlü çeşit sürprizlere açık tutulmuş ‘Alis Harikalar Diyarında’nın çok çok daha ötesinde bir gerçekliği karşımıza çıkartmakta. Alenen temize çekilmesi gerektiği unutulmuş bir teksir nüshası gibi, alelade yanlışlıklarla tutturulmaya ve devamlılığı sağlanmaya çalışılan bir izlek. Her yanında farklı birer fırtınanın koptuğu ama kimseciklerin farkına varmaması için tıpkı kurgudaki gibi “tavşan deliği” bulunamadığında kendini göstermeyen bir karmaşanın ev sahipliliğini üstlenmekte hayatlarımız. Sürümcemenin dahilinde durmaksızın birbirlerini tetikleyen etmenlerin artık istisnai bir durum teşkil etmedikçe önemsenmediği hatta bilakis unutturulmaya sevk edildiği bir güncelliğin de sınırlarındayız. Olması gerektiği gibi tartışmaların, söze kıymet vermenin gerekliliğinin yerine oldukça kuvvetli bir halde derdest edilip ekranlarımızdan duhul eden olayların zihnimizde yer edinmeyip bir an evvelinden silinmesine tanıklık ediyoruz. Varsa yoksa hızlıca sindirilmeye çalışılan bilgiler, üstünkörü lafazanlıklar ve her zamankinden pek de farkı bulunmayan genellendirmelerin birleşimi çıkarsamamızı daha kolaycıl bir biçimde bütünleştirecektir. Keskinleştirilmeye gösterilmekte olan çabanın onda birini, bugün çoğumuza kurmaca olarak gelen bir yazınsalda bile daha hakikatli yolların tercih edilmesine karşın, şüpheyle yaklaşmamız ve bir türlü bitmek bilmeyen acabalara, samanın altında yürütülen sulara sağırlaşmamız vesilesiyle bir kere daha dikkat çekmek istiyoruz. Hemen her an yeni bir sınırlandırılmışlık ve o muktedir üstünlüğü korumaya biat etmiş olan katıcıl değişmezlikleri göstere göstere ilerleten sınırlardan bahsetmek istiyoruz. Kendi içimizi de yiyip bitiren bir virüs haline çok da yabancı olmayan bir haller toplamasından. Olumlamaya çalıştıkça, belki bir gün olur a değişmezlikleri de değiştirebiliriz söyleminden uzaklaşmamıza neden olan kalın kalın çizilmiş sınırlara dikkat çekmeyi diliyoruz. Enikonu oldu bittilerden ise artık bir durun diyebilmeyi, görev olarak değil içten bir yakarışı duyurmayı borç edinenlerin çabalarının heba olmamasına ulaşmayı düşlüyoruz. Her daim olduğundan, varlığını kanıksamaya başladığımız yıkıcılığın, kırmızı çizgilerle, adamın tepesini attırmayın sözlerinin ve vurgulamalarının gür çıktığı bir zaman diliminde hiç değilse etrafımızdaki değişimleri mümkün mertebe sorgulayabilmenin gerekliliğine işaret etmek istiyoruz. Gün gelir de lazım olur kabilinde değil sadece yaşadığımız anın hızlıca yitirttiği değerlere bir kere de olsa şans verebilmek adına. Ötesi yok.

Detaylandırmalara paralel olarak genişletilen veya daraltılan sınırların açmazları beslediğinden de dem vurmalıyız öncelikle. Varsa yoksa kötülüğe karşı bir savunma mekanizması olarak ısıtılıp duran, zaruri olmadıkça tenezzül dahi edilmeyen, dinlenmeyen sınırın dışındakilere, görece hoşgörü gösterilmesinin zorunluluk taşımadığı anlarda devreye girmekte olan paylamanın varlığından bahsedebiliriz. Sus pus kesilmelerin, gözardı etmelerin belki pek çok olayda da daha sonra açığa çıktığı gibi bu durumun tüm yansımalarında karşımıza çıkartıldığını iliştirmeliyiz. İlerlemek şöyle dursun açılım denilenin bir kaç adım sonrasında neler yaşayabileceğimizin bile kestirilmediği bir hengamenin varlığı henüz o sınırlara ve sınırlandırmalara karşı yabancılık hissetmediğimizden kaynaklanıyor olabilir mi? Dur durak bilmez bir biçimde sürekli ayrıştırmaların karşılığında yeniden başladığımız noktada kendimizi bulmaktan da öteye gidemeyişimiz bu sebeple ilintilenebilir. Yıllardır söylenegelenlerin bir şekilde zihinde edindiği yerin aynı tektiplilikle terbiye edilmiş kötümserliklerle bağlantılı olmasından da keza. Düşünce ve ide dönüştürüldükçe, toplumun çoğunluğunca tasvip edildikçe sağlıklı bir işlevsellik kazanabilir. Kalıplara sıkıca rehin bırakılmış neredeyse terk edilmiş rutinin içeriğinde bile bu durumun önemine haiz pek çok ayrıntı keşfedilebilir. Söylem genişletildikçe, muğlaklık olarak tanımlanmış olanlar çözümlendikçe veya çözüm yolunda ilerletildikçe varsayılmakta olan sınırlandırılmışlığı da aşabilmek mümkünatlar dahilinde olacaktır. Kuşkusuz ki bunun için ellerini taşın altına sokmuş öncüllerin izlerini takip etmek, sözlerine kulak kabartmak varsa gönlümüzden geçenleri de dillendirmenin önemi artmakta. Nasıl olumlu olanın temellendirilebileceğinin yol haritaları belki oralarda saklıdır. Tasvip edilmeyenin ve sürekli bir biçimde öteki olarak addedilmişliğin can yakıcılığından kurtulabilmenin yöntemlerinden birisidir de üstelik. Çünlü insanlar konuşabildikçe, derdini ve kederini birbirleriyle paylaşabildikçe, öfkenin yerine sevgiyi koyabildikçe bu şimdilik görünür görünmez ayrışımlar aşılabilecektir. Yaklaşık 36 ay önce karanlığa teslim edilen Hrant Dink’in anısına geçtiğimiz 15 Eylül tarihinde (Dink’in doğum günü de aynı zamanda) göstermiş oldukları mücadeleleriyle bu sınırların ve kalınca ayrışımların önünü almaya çaba sarf etmekte olan gazeteciler Alper Görmüş ve Amira Hass’a özel ödüller takdim edildi. Farkına varamadığımız nicesinde anlam aramaktan kaçınır olduğumuz o hallerin üzerine üzerine gidebilen, tıpkı Hrant Dink’in bu ülkenin dinamiklerine olan inancı, sevgisi ve çabasıyla örtüşmekte bir an bile tereddüt etmeyeceğimiz bir çabalanmanın karşılığı o akşam Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun yerleşkesini doldurmaktaydı.

Halkların birbirlerine karşı olan sorumlulukları iyi günler olduğu kadar, yaşanılmış olan acıların da artık söz edilebilir kılınması, her halkın da eteklerindeki taşları dökebilmeleri, sınırların açılabilmesi gibi pek çok alt başlığa ulaştırabileceğimiz Türkiye Ermenistan arasındaki devletler düzeyindeki diyalog çabalarının tartışılmaya başlandığı günlerde Hrant Dink Vakfı’nın yapmaya çabaladığı bütün bu eylemlerin yarım kalmamasına da vesile teşkil etmektedir diye düşünmekteyiz. Yıllarca salt bir toplumun vitrinliği olarak yeri geldi mi anılan bir azınlıktan ise olabildiğince bu toprağın öz vatandaşları kadar memleketine bağlılık duymuş, gereken diyalog ortamı için türlü vesilelerle diaspora Ermenileri üzerinde de tesiri uzunca süre gitmeyecek savunmalara, işin ve zannettiklerinin en doğrusu bunlardır diyerek tezler ileri sürmüş, anlatma yoluna gitmiş, bir insanın ardından şimdi daha fazla sözcüklere sahip çıkmak gerekmekte. Tıpkı ödülü almış Görmüş ve Hass’ın da dile getirdikleri gibi. Her iki anlamıyla da sınırlarımız ve kanıksamış olduğumuz hatalarımızdan artık ferâgat edebildiğimiz müddetçe birbirlerimizi anlayabilmemiz mümkün olacak. Yoksun ve desteksiz bıraktığımız her değişim çabasının ardından da baka kalmamak için böylesi daha iyi değil midir? Zaman mevhumu akar durur iken birbirilerimize sözler hazırlamaktan, duymamaktan, anlamamaktan, görmemekten daha yeğ değil midir? Seçimleri ve gideceğimiz yolları aslında bizler belirleyeceğiz. Ne iki devlet kademelerinin ne de otorite olarak arabulucuğa soyunmuş görünen büyük devletlerin yöneticileri değil. Notumuzu Milliyet Gazetesi yazarlarından Ece Temelkuran’ın kaleme aldığı ‘Kocaman Kollar’ yazısından yapmış olduğumuz, altı çizilesi tümcelerle gerçekleştirelim:

Protokol imzalandıktan sonra son söz Meclis’te olacağı için siyasi partilerin desteği gerek. Sadece Davutoğlu değil, Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbantyan için de kariyerlerinin en zorlu dönemlerinden biri başlıyor. Birbirini düşmanı görerek ve kendi ulusal kimliğini bu düşmanlık üzerine kurmuş, barışmaya hiç de ihtiyaçları olmadığına inanmış iki halkı yakınlaştıracaklar. Barışırlarsa içlerinde hangi yaraların iyileşeceğini bilmeyen, bilmek istemeyen iki öfkeli halk… Zor iş.

Derinlik meselesi
“Karşımızda tutulanı yanımızda hissedebilmek onu ancak yeniden insan olarak görebilmekle mümkündür.”
Bu cümle, önceki gün Birgün gazetesinde yayımlanan, Gazi Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Serap Erdoğan’ın yazısından. Erdoğan, Hrant’ın anısına yazdığım ‘Ağrı’nın Derinliği’nden Ermenistanlı şair Silva Gabudikyan’ın kitaba da ismini veren cümlesine dikkat çekiyor:
“Ağrı sizin için bir yükseklik, bizim içinse bir derinlik meselesidir.”
Erdoğan, bir psikiyatr olarak bu cümlenin iki halk arasındaki barışın ipucunu taşıdığını söylüyor:
“Kendi zulmümüzün gözlerinden karşımızdakinin acılarının derinliğine, kurban edilişlerimizin öfkesine düşmeden bakabilmek ve bilebilmek içimizdeki her acıya karşılık onların yükseklerinde de acıların kol gezdiğini…”

Ermeni gençler
İpek Yezdani, fotomuhabir Bünyamin Aygün ile birlikte Erivan’dan yazıyor iki gündür. Yazı dizisinin dünkü bölümünde İpek, üniversiteli öğrencilerle konuşuyor ve açılıma ne kadar olumsuz baktıklarını anlatıyor. ‘Derinliklerinde’ ne acılar olduğunu, tıpkı bizim gibi bir düşmanıyla barışmaktan korkarak büyütüldüklerini biliyorum. Ama çocukların söylediği önemli bir şey var:
Protokoldeki tarih komisyonu meselesi.
İnsanlarının, acılarının ‘tarih komisyonlarında tartışılacak bir meseleye’ indirgendiğini düşünmeleri onları kırıyor muhakkak. Kürt-Türk meselesi için de geçerli olan bir konu bu ve daha önce de yazdım. Davutoğlu’nun bunu anlayacağından eminim:
İnsanların acılarına hürmet edildiğini bilmeleri gerekiyor. Bu, sadece diplomatik değil insani beceri de gerektirir.

Pervasız kollar
Hrant’ın böyle bir insani becerisi vardı. Delal’ın ‘pervasızca sarılırdı’ diye anlattığı o ‘kocaman kolların’ yaptığı buydu. Ne ki bu toprağın en güzel oğullarından biri İstanbul’da bir kaldırımda kaldı. Acısı hâlâ yüreğimizdedir. Tazedir. Bu yüzdendir ki Türkiye’nin, Türkiye halkının Ermenilerin acılarına hürmet ettiğini göstermesinin tek yolu Hrant’ın o kocaman kollarını o kaldırımdan kaldırmaktır. Bunun için de yapılacak en güzel şey o sınırın, bizden Hrant’ı alan sınırın üzerinden lanetin kaldırılabilmesi için yapılacak tek şey, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını 19 Ocak’a, Hrant’ı kaybettiğimiz güne denk getirmektir.
Böylece Ağrı, her iki halk için de ‘derinliklerine’ hürmet edilen bir dağ; Ermenistan ve Türkiye, ortak oğullarını beraber anan iki halk olabilecektir
”. (16.09.2009)

Farkındalılık sağlanabildikçe veyahutta belirli bir ivme kazandırıldıkça yönelimlerdeki önyargıların bu keskinliklerle dolu karaşınlığın ötesine ulaşabilmek söz konusu olacak. Hiç bitmemecesine tekrarlarda kendini yeniden bulan çözümsüzlüklerin getirdiği daimi bir açmaz halini egale edebilmek de ancak bir çabalanma bütünlüğü ile olacaktır. Ne ötekisinden ne de berikisinden medet umarak, saldık çayıra mevlam kayıra kolaycılığının, adam sizde uğraşacak dert mi, keder mi kalmadı benzetmelerinin ani ve çok kısa süreli akıl tutulmalarının karşısında yegane tutumun ortak dili olan barışı koruyabilmek, sözü tam vaktinde ve gerektiğinde kullanabilmekten geçtiği bir kere daha hatırlarda yer edinmektedir. Öyle ya da böyle yaşamakta olduğumuz bilgi çağının, her türlü dökümana neredeyse birkaç basitçe tıklama ile ulaşılmasına karşın hala ısrarcıl bir biçimde tabulara ulaştırılan, ulaşılmaz kılınanların da bir şekilde yeniden tanımlandırılabilmesinin önemi karşımıza çıkar. Kendi içerisinde dönüştürüldükçe, en başında bahsedilenlerin nasıl bambaşka bakışımlara ulaştırıldığının farkına varıldığında bu benzetmelerin hem bir ayrışım derinleştirici, hem de ucu çoktan kaybettirilen çözümleme yolunun simgesi ipi çağrıştırdığı söze eklenebilir. Deuss Ex Machina’nın Pazartesi akşamı banttan yayınlanan kurgusunda da böylesi bir olgunun, karşılaştırmaların çağrışımlarından ilham edinen bir seçki ortaya çıkartmaya çalıştık. Seslerin tekil hallerinde bizlere salt bir dinlencelik, eğlendirici meta olmasının yanında aslında çok da ihtiyaç duyduğumuz kıssadan hisseleri de bahşettiğini sunabilmeye gayret ettik. Yaşam kendi rutinin ötesinde olabilenleri algılayabilmemiz için çeşitli yardımcı öğeler, etmenler bahşeder. Müzik gerek kültürel alt metinleriyle, gerek algılanması en kolaycıl sanatsal eylem olması hasebiyle bu alanda sıklıkla yardımcı olarak kullanageldiğimiz bir disiplin. Dinleyicinin beğenisi doğrultusunda kendi rotasında yeni keşifler yapmasına imkan sağlayabilen, sözcüklerin kıymetinin idrak edilebilmesine ve dahası aldığımız tüm yaraların nedenlerini sorgulayabilmemizi sağlar. Sağlamlaştırır. İçinden çıkamadığımız bu devasa izler ve döngülerin girift hallerinde cesurca bir tavırla İnsan Neyle Yaşar? Sorusunun ardılında üzerimize düşenleri keşfedebilmeyi mümkün kılar. Sorunları büyüterek içinden çıkılmaz addetmenin değil artık bir noktada asgari müştereğin bulunup çözümlenebilmesine aracılık etmeyi teşvik eder. Bu bağlamda 2003’den günümüze, modern avantgarde caz denildiğinde akla gelecek bir kaç isimden birisi olan John Zorn gibi zamane müzik üstadının onayını alacak kayıtların altına imzasını atmış Koby Israelite’yi dördüncü uzunçaları olan ‘Is He Listening?’in başatlığında haftanın albüm kaydı ve sanatçısı olarak sizlerle paylaşıyoruz.Müziğin alabileceği çehre ve değişimler konusunda son derece yetkin örnekleri barındırmakta olan bir çatı caz müziği. Sabitliklerin üzerine üzerine giderek farklı rotalar keşfettirmeyi amaç edinmiş pek çok sanatçı da bu müziğin kabul görmesini bir yerde de yaygınlaşmasını sağlayan yol göstericilik rolünü üstlenmekte. Değişimler beraberinde ilk çıkış noktasını oluşturan deneysellik hüzmesini de genişçe ele almakta olan müzikal kurgulamaların varlığını da belirginleştirir. Formların zamanla birbirlerinden geri beslenmesi gibi caz müziğinde de yeni keşifler ve seslerle beraber farklı yaklaşımlar sergilenmeye çalışılır. Oluşturulan kompozisyonlar üreticinin beklentileri ve iletmek istedikleri ile zamanla bir tasvirler bütününe dönüşür. Yarıda kalmış cümlelerin tamamlanabilirliği gibi bir tanımlama sanırız bu dönemeçlerle beraber müziğin ilerletilmesi geleneğinde farklı bir duruşu yakalamış olan John Zorn ve şürekasındaki müzisyen ve grupların kayıtlarını tanımlayabilmesi mümkün. Kurucusu olduğu Tzadik Records’dan günyüzü bulmuş kayıtların neredeyse tümünde yukarıda kısacık detaylandırmaya çalıştığımız deneysel izlek oluşturma gayretkeşliğinden dem vurabilmek mümkün. Kimi zaman saf bir caz dinlenceliği, kimi zaman da en uç noktaları kendisine referans edinen, türler arası geçişlerle beraber yaratılanı bir sanatsal yapıt olarak algılamamıza imkan sağlayacak çeşitlendirmeler bu rotayı belirgin kıldı. Müziğin özü üzerinde tasavvur edilmiş her bir eylemsellikle beraber keskin hatlarından ve belirli odakların kısıtlılığının aşılmasının tercih edildiğini söylemeliyiz. Müzik karmaşıklaştırıldıkça, belleğin ve dinleyicinin kulağının farklı olana alışıp tepki verdikçe dönüşümü kuvvetlendirilen bir dinlencelik ve seyyahlık ortaya çıkartılır. Bunu da çeşitli alt başlıklarda değerlendirilmekte olan Tzadik külliyatı dahilinde derinleştirebilmek mümkün. Somut alaşımların ve yönlendirmelerin ortaya çıkarttığı sesle caz müziğinin ileriki basamakları söz konusu olduğunda nelerle karşılabileceğimizin yanıtı olarak değerlendirilebilecek bir duruş genel anlamıyla kulaklarımıza çalınmakta. 23 Kasım 1966 doğumlu Koby (Yaakov) Israelite’nin ortaya koyduğu müzikal yapının tasvirini de bu tanımdan hareketle yapabilmek mümkün. Caz müziğinin karakteristik öğeleriyle beraber Balkan tınılarının kanı kaynatan seslerine, Yahudi geleneksel müziğinin katettiği dönüşümlerin ardından, Muammer Ketencioğlu’nun yazısından alıntılayarak ‘şarkı gemisi’ sözlük anlamıyla tanımlandırdığı Klezmer müziğine, karaltılı tını yoğunluğu ve Rock müziğinde kültürel dönüşümünü belirginleştirmiş Death Metal gibi sert sesleri bütünleştirme yolunu tercih etmiş bir müzisyen. Herşeyden bir tutam olmasına karşın asla birbirlerini ezmeyen veyahut da rahatsızlık verici bir biçimde kakafoniye yol açan bir durum söz konusu değil kayıtlarında, en başından bunu belirtmekte fayda var. Tel Aviv’de yaşadığı çocukluk döneminde almış olduğu piyano eğitiminden itibaren müzikle haşır neşirliği sürekli olarak artarak ilerleyen ve kendini geliştirme konusunda mahir çabalanımlarının biyografisinde karşımıza çıktığı bir isim Koby Israelite. 14 yaşında uzun sızlanmalar sonucu edindiği çakma davul seti ile beraber Rock müziğinin sınırlarına ulaşmasının birlikte gerçekleştiğini söyleyebilmek mümkün. ‘The David Rich Drumming School’da iki yıl boyunca eğitim alacaktır. Led Zeppelin gibi mihentaşı grubunun hayranlığının da bu yönelişimi belirginleştirdiğini ve müzikal altyapısını kuvvetlendirdiğini belirtmeliyiz. 20’li yaşlarının başında geldiği ve şu anda yaşamını sürdürdüğü İngiltere’de zihnindeki müziği taşıyabilmek gayesiyle çıktığı serüvende pek çok grupta baterist olarak yer alır. Bir yandan pek çok farklı müzisyenle çalışma imkanı yakalamasının tüm avantajlarını sonuna kadar kullandığı bir dönem geçirir Israelite.

1999 yılında kendi parçalarının taslakları üzerinde yoğunlaştığı ve kayıtlara girişeceği döneme ulaşılır. John Zorn’un ‘Naked City’ projesinde olduğu gibi değişik yönelişimler ve müzikal seslerin hemhal edildiği kurgunun izlerini benimseyen, oradaki fikriyatla kendi parçalarını da beğenebileceği düşüncesiyle demo kayıtlarını üstada ulaştırmasının ardından da 2003 yılından bu yana Radical Jewish Culture dizini altında dinlediğimiz albüm çalışmalarının başlangıcına ulaşırız. ‘Dance Of The Idiots’ çalışması yazması oldukça karmaşık hale gelmiş olan ses sekansları arasında ustaca kotarılmış bir dinleti imkanı sağlayacaktır. Modern Caz’ın ekseninde Koby Israelite’nin damıttığı, belirginleştirip vurgusuyla ön plana çektiği türlü çeşit envanter tınılarının birbirlerine buluşturulduğu bir “ilk” kayıt olacaktır. İsrail’in gerek müziği gerekse de muhalif kimliği ile ön plana çıkmış müzisyenlerinden birisi olan Gilad Atzmon’un Klarnet’iyle konuk olduğu rahat dinlencelik örneklerinden birisi olan Saints And Dates ile kayıt açılır. Kulağa aşina gelen sefaradik ezginin başlı başına yeniden tanımlandırıldığı güzelleme hali Toledo Five Four albümün dingin noktaları arasında anılabilecek bir diğer örneği tanımlar. Hemen ardından gelen If That Makes Any Sense ise ağıdı çağrıştıran vokallerin endüstriyel rock ile buluşmasına ev sahipliliği yapan bir çeşitlendirmeyi sunar. Enikonu yaşanmış olan acıların tümüne dair göndermelerin de bulunduğu, tıpkı İsrail’in çelişik duruşu ve serzenişlerinin sadece kendisine dair bir konu olduğunda ortaya çıktığı bir bakışıma da hararetli bir muhalifliği ortaya çıkarır. Battersea Blues aynı istikamette belirginleştirilme yolunun tercih edildiği blues müziği ile endülüs raksının birbirlerine yakınlaştırıldığı bir çalışma olur. Adı yavaşça ana akım müzik dünyasında duyulmaya başlanan yılların gizli cevherlerinin karşılığındaki Balkan müziğinin aslına sadık kalınarak yeniden kurgulanmasına dair önemli bir dinlencelik olan In The Meantime, tek bir parça içerisinde caz ile rock nağmelerine oradan deneysel sınırlara ve jenerik müziklerine kadar birbirlerinin tamamen zıddı olan seslerin birleştirildiği Wanna Dance? gibi kayıtlar, albüm boyunca sunulmaya çalışılan çok yönlülüğü afişe eden çalışmalar olarak anılabilir. Koby Israelite’nin nevi şahsına münhasır örnekleyici tavrını kayda yansıtmış olan 2nd Of Tamuz, speed metal döngülerinin klezmer ezgilerine ulaştırıldığı aynalama vazifesini layıkıyla yerine getiren bir örneği tanımlandırır. ‘Dance Of The Idiots’ korunaklı müzikal bağları üzerinde farklı bir dilin tanımlandırılmasına ön ayak olmaya çaba sarf eden, dinleyici kısmından da bu türetime ortak olmasının talep edildiği bir şenlik tasavvur edilir. En kıssasından.Enstrüman hakimiyeti konusunda yetkinliğini konuşturduğu bir diğer kayıt olan ‘Mood Swings’ 2004 yılında Tzadik etiketinden yayınlanır. Bir önceki çalışmanın devamlılığını belirginleştirmeye gayret eden, özgün niteliği giderek artan bir ses bütünlüğü ortaya çıkartılır. Deneysel tasvirlerin caz yamaçları boyunca derlendiği kah Balkanlara uğranıldığı kah Londra’nın puslu havasının hakim kılan öğelere ev sahipliği yapan ama bir yandan da dahil olduğu Radical Jewish Culture serisi içerisinde bizahati John Zorn tarafından deklere edilmiş ve manifesto kabilinden kaleme alınmış olan metinde değinildiği gibi, ana müzikal akımlar arasında nasıl değişkenlikler oluyorsa bu pek tabii ki Yahudi müziği için de düşünülebilir sorgulamasının yanıt bulacağı bir kayıt olacaktır. Hemen tüm ön kayıtlarının Koby Israelite’nin elinden çıktığı çalışmanın açılışında Progressive Rock gitarının üzerinde kurgulanmış olan geleneksel (pek çok eleştirmene göre) Türk musikisinin etkileşiminin yansımasındaki alaşımın ilişik halde parçayı şekillendirdiği bir kurgu ile dinleyici selamlanır. Koby Israelite’nin Taraf De Haidouks’u keşfinin ardından neredeyse tüm müzikal bakışını yeniden şekillendirmesine vesile teşkil edecek akordiyon’u da albümün üçüncü parçasında ağırlıklı olarak duyumsamak mümkün kılınır. Tigran Aleksanyan’ın duduğundan yayılan nağmeler ile birleştiğinde bir zaman yolculuğunun ara kesidini hissetmek mümkün olur. Koby Israelite zaman mevhumunu derbeder ederek, değiştirip dönüştürerek oldukça farklı bir dinlencelik deneyimini sunar. Bunun bariz yansımalarından birisi olan ve albümün de üst noktalarından birisini oluşturan özgün Metal-Klezmer birleşimi Ethnometalogy gibi örneklerde derinleştirebilmek mümkün. Bu duruma örnek teşkil edebileceğini düşündüğümüz bir diğer çalışma 12 Bar (Mitzvah) Blues parçası olur. Geleneksel ezginin yer yer melodik caz kavislerine yer yer de elektornik ile uyumlu bir şekilde akordiyon’dan yayılan seslerle hemhal ettirildiği, emprovize olmasına karşın oldukça naif bir kurgu ortaya çıkartılır. Parçanın sonuna doğru bu çoğul katmanları birleştirildiği bir yüksek tempolu final gerçekleştirilir. No Room For Anarchy ise Doğu Avrupa’nın melodi kapsamsallığından hareketle kotarılmış yer yer valse eşiğini sürdüğü bir toplamı duyumsatır. Modern Caz kapsamının Tzadik bakışında ne demek olduğunu idrak ettiren, durağan tempolu kısımları ile farklı bir mizanseni dinleyiciye yansıtmış olan Mood Swings / Smile ile albüm nihayetlenir. Yine John Zorn’un Masada “ses kitapları” dahilinde grubuyla beraber kurgulamış olduğu müziklerin Koby Israelite’nin ellerinde yeniden biçimlendirildiği hallerinin kaydı olan ‘Orobas: Book Of Angels Vol. 4’ sanatçının üçüncü uzunçaları olarak kariyerinin bir üst noktasını temsil edecektir.Masada kayıtlarında belirgin bir biçimde ilerisini düşünen, fazlaca detay barındıran ama bir o kadar da keşfetmesi zevkli-zor bir dinlenceliğin üzerine yeni yorumlar getirebilmek açıkçası Koby Israelite gibi bir çoklu enstrümantalist dışında ismin altından kalkabilmesinin zor olacağı bir tercihi de tanımlar. Aynı noktalara düşmeden alabildiğince geniş açıdan bir müzikal çeşitlendirme imkanı sağlanır, ki albümün açılış parçası olan Rampel’den itibaren sizi kendi içerisine çekiveren bir kayıt olmasının müsebbibi biraz da bu yetkinliğin aşırıya kaçmadan türler arasında dinleyiciye de alternatif güzergahlar tanımlayabilmesinin de gerçekçe teşkil ettiğinden dem vurabiliriz. Koby Israelite’nin gitar aranjmanının 70’lerin Rock hakkaniyetinde ilerletildiği Zafiel ilerleyen süresi dahilinde akordiyon’un ön plana çekildiği bir yarı ağıt havasının yakalanmasına neden olur. Öylesine içten ve keyifli bir biçimde süreduran bir kayıt timsali. Ezgisinin tanıdık geleceğini düşündüğümüz Nisroc, İsrail’in ikilemlerle dolu havasını yansıtmayı başaran bir yanı batıda diğer yanı doğuda kalan bir güzelleme halinde kurgu içerisindeki yerini alır. Çok sesli Balkan Müziği orkestralarının kurgularındaki delişmen çeşitliliğin tek başına parçayı alıp yürüttüğü Khabiel, düşük tempoda kopaduran fırtınaların seslendirildiği temposu inişli çıkışlı bir biçimde ilerletilen Chayo parçasıyla kaydın finaline ulaşılır. Banjo’nun lirik bir klezmer ses eriminde akla hayale gelmez esas enstrüman rolünü takındığı, albümlerin temas noktalarından birisi olan kötülüğün (şeytanın) tarafını seçmiş meleğin ikilemlerini, nedenlerini çözümlemeye giden bir tasarlama olan Rachmiel ile albüm tamamlanır. John Zorn’u ve genel anlamıyla Masada külliyatını hatmetmişler için kolayca içeriğine dahil olunabilecek dönüşümler ortaya çıkartan Koby Israelite’nin şimdilik son kayıtlarından birisi olan Is He Listening? Temmuz ayı içerisinde dinleyicilerle buluşur. Bu kadar geniş çaplı bir müzikal kompozisyon çalışmasının en nihayetinde kıyısından da olsa üstadın izi üzerinde ilerleyen bir sanatçının kendine özgün bir Masada yorumu olarak değerlendirebilmek ilk elden mümkün olacaktır sanırız. Yorumların hemen her albüm çalışmasında giderek daha fazla belirginleştirdiği ise Koby Israelite’nin müziğinin artık belirli bir kalıbın dışını takip etmekten, soru sormaktan, dinlediğinde kendince çözümlemelere girişmek isteyen dinleyici için son derece müspet bir kayıt olduğu gerçeğinin altını bir kere çizmeliyiz. Formlar ve izlek düşünüldüğünde Tzadik ses erimi denilegelenin neleri kapsadığına dair yetkin bir özet olarak da kısaltabiliriz bu çıkarsama cümlesini. Speed Metal gitarlarının albümün girişinde bir çalan şarkıya bir de albüm kapağına bakakaldırdığı ama ilerleyen bölümleri boyunca bu nümayişe eklenmiş olan piyano, cajun vesair enstrüman ile beraber tatlı bir rüyanın tasvir edildiği ara bölümüyle beraber karakteristik klezmer ses eriminin açıklarına ulaşan Joy parçasıyla albüm açılışı gerçekleştirilir. Balkan / Çingene müziğinin kulağa hoş gelecek bir örneğinin akordiyon ile düzenlenmiş hallerindeki Papa Don’t Trill giderek bir grup halini almakta olan Koby Israelite albüm kaydı müzisyenlerinin (Ofir Gal – Gitar, Yaron Stavi – Bass, Michael Israelite – Bass) grup formunu deneyimledikleri bir dinletiyi sunar. Easy Listening’de ise tamamen iki farklı müzikal kutbun birbirlerine lehimlendiği, uzun uzadıya anlatmaya gerek bıraktırmayacak kadar kelimelere dökülmesinin imkansız kılındığı bir Arabesk-Metal çıkarsaması olur. İzler üzerinden hareket eden Koby Israelite’nin genel müzikal anlayışların ikilemlerini gözleyerek kotardığı bir düzenleme halinde defaatle dinlenilmesi gereken bir parça olduğunu iletelim sadece. Akordiyon’dan yayılan melodikanın parçayı sürüklediği atmosferin tahmin edilemez bir biçimde hararet dozu arttırılmış rock nağmelerine evrilmesini duyuran Shmekeria, albüm boyunca kuvvetli karşıtlıklardan bir diğerini oluşturur. Albümün belki de doruk noktasını oluşturan Yahudi ilahisi Adon Ha’Selichot’ın Mor Karbasi’nin insanın tüylerini diken diken eden yorumlaması ile beraber geliştirilen müzikal zenginleştirme, mayanın çoğu zaman tutturulamadığı sentezlemenin iyi bir biçimde kotarıldığında nasıl başarılı olunabileceğini kanıtlayan mühim bir örneği teşkil eder. Ki bir kaç dinleyişin hemen sonrasında defaatle o parçaya geri dönmenizin mümkün olmasının nedeni yürek burkan müziğin sözlerle beraber sizleri mistik havanın derinlerine çekebilmesidir. Muhaverede söylem farkını ortaya koyarken asla esasın bozulmadığını ve bütünlüğün sağlandığını da ek olarak belirtmeliyiz. Tigran Aleksanyan ile Koby Israelite’nin enstrümantal bir düeti icra ettikleri Under The Apricot Tree geleneksel müzik ile caz akustiğinin bir potada sunulduğu, nitelikli ve sade bir dinlencelik olarak kayıttaki yerini alır. Ayrışımlar ve söze kıymet bildirmemenin karşısında giderek sağırlaşan toplumlara ithaf edildiği izlenimini canlandıran, sanatçının Politik söylemlerle direkt olarak bağlantılı olmadığı vurgusunu yapmasına karşın dinleyen tarafında olanlar için pek çok mesajı açıkça dile getiren Self Hating Blues, metal akkorların akordiyondan beslemeli anonim ezgi içerisinde taşlamayı devam ettirdiği Two Stone Down parçasıyla albümün sonuna yaklaşılır. Türlü çeşit katmanların ses verdiği ‘Is He Listening?’in kapanışında coşkun bir armoni nehrinin duyurulduğu Just Like Everybody Else ile albüm tamamlanır. Ser gitarlarla reggae müziğinin üzerinde iliştirilmiş yeni klezmer bakışımı, bir anlamda John Zorn’un ve Tzadik’in yıllardır istikrarlı bir biçimde sürdüredurduğu detaycıl müzikal yansıların, yeni kuşak sanatçılarca da hakikatle ilerletildiğini müjdeleyen bir sonuça ulaştırır. Koby Israelite müzikal disiplinleri teker teker dolaşarak, özümsediği karakteristik müzikal ses kılavuzuna dahil ettiği öğeler ile başkalaşmış bir seyyahlığın devamlılığını sağlamakta. Gerek avantgarde, gerekse de caz ve dünya müziği külliyatı içerisinde ismini sıklıkla zikretmemize vesile teşkil edecek kadar yoğun bir açılımı beraberinde getirmekte dinleyici tarafındaki bizlere de zihinlerdeki sorularımızın yanıtlarını da biraz çabayla bulabileceğimiz gerçeğine vurgu yapmaktan kaçınmayarak. Dinlendikçe daha da fazla bağımlısı olunabilecek bir üretici olan Koby Israelite, yılın kendi alanı dahilinde en namzet işiyle takdimimizdir.

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina / Dea Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Kocaman Kollar – Ece TEMELKURAN – Milliyet
Babam Vakıfla Yaşayacak… – Delal DİNK – Rober KOPTAŞ Röportajı – Devrim SEVİMAY – Milliyet
Kucaklaşınca Silinir Sınırlar – Gözde BEDELOĞLU – Birgün
Bizim Duvarlarımız Var! – Ozanser UĞURLU – Radikal
İstanbul Hangi Dili Konuşur? Ya Da İstanbul’un Yabancıları – Gündüz VASSAF – Radikal
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri

Değerlendirilesi Güncel Makale ve Yazılar

Last FM ve MySpace’in Kına Gecesi – Dinleme Parki
İstanbul Bienali’nde Devrim – Can ILGIN – İşçi Mücadelesi
Sanatın Yeni Halleri – Necmiye ALPAY – Radikal
Ses Yitince Yazı Da Yolcu – Can ANAR – Serbest Yazarlar
Selden Zarar Gören Nesin Vakfı Destek Bekliyor – Bawer ÇAKIR – Bianet.org
Pan Sonic / Keiji Haino – Shall I Download A Blackhole And Offer It To You Albüm Eleştirisi – Okan AYDIN – Fasitdaire – Nota Bene
Julian Lynch Interview – David Perron – Foxy Digitalis
Tyondai Braxton Gets Loopy – The Guaridan
Mega Clearance – Mersenne – Undomondo
All Tomorrow’s Parties Planner: Best Indie Bands – Scott THILL – Wired
The Black Heart Procession – íí – 13Melek

Koby Israelite Official
Koby Israleite At Myspace
Koby Israelite At Tzadik
Koby Israelite Interview – Matthue ROTH – Zeek
Koby Israelite Band Live At RFH – Youtube
Klezmer Müziğinin Öncülleri – Muammer KETENCİOĞLU – Muammerketencioglu.com
Metavari Official
Metavari At Myspace
Metavari At Muxtape
James Yorkston Official
James Yorkston At Myspace
James Yorkston & The Big Eyes Family Players Official Info
James Yorkston & The Big Eyes Family Players At Domino Recordings Co.
The Big Eyes Family Players At Myspace
Amiina Official
Amiina At Myspace
Amiina Fansite
Bark Cat Bark At Myspace
Bark Cat Bark At Last.FM
Dedicated Records Official
Gayda İstanbul Resmi Site
Gayda İstanbul Kalan Müzik Sayfası
Gayda İstanbul BGST Müzik Sayfası
Gayda İstanbul Myspace Sayfası
Gayda İstanbul Roll Dergisi Röportajı – Çiğdem ÖZTÜRK – Merve EROL
Bandista Resmi Site
Bandista Myspace Sayfası
Bandista Paşanın Başucu Şarkıları Download / İndirme Linki
Opzzz! Manifest Resmi Site

Enternasyonel Gürül/(tü)Gürül Çağlama Clicks,Cuts,Micro,Id,Neo Galactica,Space Tunes, Indie,Mini-m@l,Textart,64 Bit Konvasiyonel Techno Musikileri-Esenlikle Dinleyiniz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – makina10.45[nospam]gmail[dot]com – Makina
Her Pazartesi Gecesi 22:00 -23:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>Info Go-R-Sel Sevan Highway In Armenia – Tommy & Georgie
Tommy & Georgie Flickr Page

Koby Israelite Photos Courtesy From:

retorta_net – Mário Pires – FMM 2008 Flickr Set

>>>>>Poemé
Çağımızda Her Aşk – Roni MARGULIES

Ayrıntılardan arındırsam hayatımı;
desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim.
O kadar. Bir kapı aralandı kısaca:
Bir başka dünyada, başka bir çağda
mümkün olabileceğini gördük aşkın.
Usulca kapandı tekrar kapı sonra.

Uzun uzun durmasam üzerinde;
desem ki: ben Elsa’yı çok sevdim.
O kadar. Aşkın başkalarını dışladığı,
sevdanın ille de bire bir yaşandığı yerde,
biri bir başkasını ne kadar sevebilirse,
o kadar sevebildim ben de işte.

Desem ki, böylesi bir dünyada,
böyleyken insan ilişkileri
başka türlü sevemezdik zaten.
Elsa duymuyorsa artık sözlerimi,
ne anlamı olabilir ki dediklerimin!
Sonuç olarak yenildik işte.

Desem ki, yumuşak bir sesle,
baştan yeniktir çağımızda her aşk.
Herkes gibi yenildik işte biz de.
İsyan etmesem, doğal karşılasam
ve ağlamayabilsem.
Ağlamasam.

Desem ki, değişecek birgün herşey,
çıkacak aşk bireylerin tekelinden.
Ne değişir ki bizim için? Ne değişir ki?
Baştan yeniktir çağımızda her aşk
ve çağımızın çocukları, Elsa’yla ben,
yenildik işte herkes gibi.

>Gaipten Gelen Muhabbetler – John Zorn, Kronos Quartet, Fedayi Pacha

Leave a comment

>Misak – Yeni bir yaklaşımda hoşgeldin Sühan. Baktık radyoda birlikte program yapamıyoruz, blogda yapalım dedik. Sözcüklerimizle okuyucularımızla buluşalım. Ne de olsa paylaşımda sınır tanımıyor Internet dediğimiz bizdeki karşılığıyla allame-i ulul arz deryası.

Sühan – Evet arz ve talep dengesi çok önemli. Aslında gerçekten bana da ilginç geldi bu yaklaşım. Umarım farklı bir deneyim olur okuyanlara da.

Misak – Program yapmadığımız süre boyunca yazımlarınla birçok kayıt biriktirdin üzerinden geçemediğimiz. Bazıları üzerinde karşılıklı olarak fikir teatrisinde bulunduysak da devamını bir türlü getiremedik, derine inemedik. Misal geçtiğimiz günlerde birbiri ardına yayınlanmış bulunan John Zorn, Fedayi Pacha ve Kronos Quartet’in kayıtları tam da o konuşmak istediğimiz Doğu-Batı sentezine dair neler yapılabileceğine örnek teşkil eden önemli eserlerdi. Her bir kayıt birbirinden bağımsız olarak görünse de aslında gerek sorulması gerekenleri, gerekse de teoride kalmış pekçok şeyin nasıl uygulanabilir kılındığını çok rahat bir biçimde dinlenilebildiğini gösterdi. Eski Avant Garde deneyselcilerden ki benim de epey bir süredir takip etmeye çalıştığım modern cazcı, John Zorn’un O’o albümüyle söze başlayalım. New York’ta Klezmer kültürünü canlı tutarken modern titreşimlerinden koşan biri. Bu yeni albüm de zaten senin de yazında belirttiğin gibi “Music For Romance” serisinin bir devamı. Sence John Zorn fikirlerini hangi yönlerde ilerletiyor?

http://vimeo.com/moogaloop.swf?clip_id=5465672&server=vimeo.com&show_title=1&show_byline=1&show_portrait=0&color=&fullscreen=1

John Zorn v Ljubljani from Sniffer Baltazar – Bal on Vimeo.

Sühan – Aslında burada cevap verirken iki yönlü açıklama yapmak lazım. İlk olarak bu albümün de dahil olduğu seriyi göz önünde bulundurursak John Zorn her zamanki çizgisinden biraz daha farklı olarak etnik alıntıları cazla birleştirerek bir bakıma World Jazz yapıyor.

Misak – Yahudi müziğinin en kolay biçimde adapte olunabilecek örneklerini barındıran bir disiplin olan Klezmer’in de bariz bir biçimde Yahudi toplumunun yaşadığı yörenin müziğiyle de bağdaşık bir biçimde geliştirildiğini görüyoruz. Senin bahsetmiş olduğun World Jazz’e paralel bir açılım değil mi bu?

Sühan – Hocam Havai’deki bir kuştan alıyor adını albüm, ne Klezmer’i ne İsrail’i. Şaka bir yana evet John Zorn’un Klezmer bağlantısının mutlaka bunda etkisi vardır ancak bence John Zorn çok daha geniş bir bakış açısıyla ele almış olayı. Aslında daha detaylandırmış diyebiliriz. Ancak bunu ilk yapışı değil. Sadece bu seri ile birlikte daha genel dinleyicinin de anlamlandırabileceği bir şekle sokmuş oldu. John Zorn’un makyajlanmış hali gibi. Eskiden Filmworks olarak da karşımıza çıkan bir bakış açısının farklı bir boyuta yönlendirilmiş versiyonu. Örnek olarak “Little Bittern” adlı çalışmada cazın tüm özellikleri bulunuyor ancak sadece bir org ekleyerek Klezmer çizgisini de vurgulamış. Yani farklı enstrümanları (Genelde org ve gitar)veya farklı sesleri (Po’o’uli adlı parçada kuş sesleri misal) kullanarak cazın yanına ilişkilendirmek istediği dünyaları eklemiş.

Misak – Bu dediklerini çok açık bir biçimde son dönemde yayınlanmış tüm tzadik kayıtlarında görmek mümkün.

Sühan – Ama Borgman Trio ve Bill Laswell kayıtlarının deneyselliğe daha yakın olduğunu unutma.

Misak – John Zorn’dan bahsediyorum. Senin bana dinlettiğin “Al Hambra” kaydı mesela.

Sühan – Evet. Bu serinin dışında ama bu seriden hiç de uzak olmayan bir kayıt. Hatta serideki bazı albümlerden daha çok uyuyor seriye. Ama nedense serinin dışında.

Misak – Onun da John Zorn’un New York gibi bir metropolde kendi özgün sesini koruma çabasının bir yansıması olduğunu düşünüyorum açıkçası. Diasporada yaşayan her Yahudi müzisyende olduğu gibi bir bakıma yaşadığı yeri İsrail’e benzetebilmeye çalıştığından da dem vurabiliriz. Ancak burada açılması gereken bir parantez varsa o da politik olmaktan ziyade bir aidiyetin yansıması ve devamlılığıdır.

Sühan – İsrail’e benzetebilmekten ziyade bence bulunduğu kültürü kendi öz kültürüyle yoğurmak derim ben. Çünkü ne kadar isterse istesin Amerika kültürünü hazmetmiş biri olarak o kültürün içinde de yoğun olarak Yahudi etkileşimleri olduğunu biliyordur. Zira Amerikan kültürü dediğimiz şey zaten aslında oraya göç eden diğer kültürlerdeki insanların oluşturduğu kollektif bir sunum. Bu sebeple John Zorn değiştirmekten ziyade her zaman yaptığı gibi bir nebze yön vermeye çalışıyor olabilir. Zaten bundan doğal bir şey de yok. Avant Garde kökenini de göz önünde bulundurursak alternatife ve farklıya yönelmesi, insanları da bu noktalara çekmeye çalışması (Zaman zaman daha geniş kitlelere de hitap etmeye çalışarak) aslında bence bu vizyona yönelik stratejik çalışmalar.

Misak – Bu arada radyoda konuştuğumuzdan daha hallice ve daha kapsamlı bir şekilde ilerliyoruz sanırım.

Sühan – Eee 60 dakikayla ve illa da parça çalmakla mükellef olmadığımızda çenemizin açılması kadar doğal bir şey yok. Ki zaten çenemizin bu noktalarda düşük olduğunu bilmeyen pek yoktur. Zamanında Mabbas’ın bile çenesini düşürmüşlüğüm vardı.

Misak – Yine rotamıza Amerika üzerinden devam edelim hazır başlamışken. 1978 yılında Quartet formuna çevirdiği projesiyle David Harrington’ın genel anlamıyla Avant Garde ile caz müziğini birbirine yakınlaştırdığı Kronos Quartet’inden “Floodplain” albümü yayınlandı geçtiğimiz günlerde. Biraz önce değinmeye çalıştığımız deneysel kapsamın üretilebilir ve fonksiyon kazandırılabilir önemli örnekleri arasında gösterebileceğim bir çalışma. John Zorn’un Klezmer’le dünya müziğini bağladığı gibi Kronos Quartet’te ustalık mertebesinde bize daha yakın duran hatta bizim de dahil olduğumuz bir coğrafyanın genel bir müzikal görünümünü ortaya çıkartıyor. Ağırlıklı olarak işin doğrusu kitabına uygun ilerletilen bir kariyerin odağında bu tarz bir Doğu Batı yaklaşımının tezahürleri nice olur ve sen de albümü dinlemiş hatta incelemiş biri olarak fikirlerini alabilir miyim?

Sühan – Şimdi… Bahsedeceğimiz albüm bana göre gönlümde bir mihenk taşı rolünü çoktan kaptı. Önce bu açıdan bir noktaya kadar objektif olabileceğimi da ekleyeyim. Kronos Quartet bundan önceki çalışmalarının çoğuyla zaten yeteneklerinin ve yol açıcı özelliklerinin neler olduğunu dinleyenlere kanıtladı. Böyle farklı bir çizgi belirleyip de genel müzikal anlayışı bu kadar etkileyen az grup vardır. Bu yeni albümlerinde ise kültüründe sel birikimi olan ülkelerin müziklerinden alıntılar yaparak ve bunları da kendilerince yorumlayarak bize kapılarını açmışlar. Bu kültürlerin içinde biz de varız, Azerbaycan da var, Sırbistan da, Mısır da, Etiyopya da, Hindistan da. Genel olarak bizim çevremiz olduğu için de ayrı bir etkilenme söz konusu mutlaka. Ancak yapılandırmadaki usta eli olarak nitelendirebileceğimiz o tını var ya, işte o her şeyi yapıyor dinleyene. 4 tane yaylının buram buram ağır kültür içerikli türküleri yorumlaması ancak bu ellerde böylesine etkileyici olabilir. Düşün Türkiye’den seçilen parça Tanburi Cemil Bey’in Nihavend makamında bir eseri. Böyle farklı matematiksel yapısı bulunan bir parçayı yorumlamayı düşünmek bile başlı başına bir cesaret.

Misak – Bahsettiğin odaktan ve cesaretten devam edersem, Kronos Quartet elimizin altında bulunup da değeriniv e kıymetini bilemediğimiz pek çok tınıyı modernize etmeyi başarıyor. Üstelik bütün bunları alabildiğince cesur bir biçimde Kronos Quartet namının sağladığı avantajları göz ardı etmeden ama asla orjinalini de bozmadan, dinleyiciye ulaştırıyor. Klasik olanın zamanla belli olduğu bir çağda, üstelik de kendilerinin zaten modern klasik olarak adledildiği bir dönemde, açıkçası dinledikçe neleri kaçırdığımızı gösteren bir örnek. Kendi açımızdan baktığımızda ise ancak birileri keşfedecek, biz de nemalanacağız. Bu bağlamda ufak bir dip not olarak Kalan Müzik’in çalışmalarının da paylaşmaya açtığı her bir tınının da ayrıca önem arzettiğini okurlarımızla paylaşmamız lazım. Kronos Quartet’in albümünde senin de çok beğendiğin “Getme Getme” parçası var. Bu parçadaki doğallık tam da aradığımız o engin Doğu-Batı bileşkisini sağlamıyor mu?

Sühan – Aslında tüm albümü özetlemek için bile tek başına o parça kullanılabilir. Öncelikle bugüne kadar dinlemediğim için kaybettiğim zamana hayıflandığım bir türkü. Fakat bu şekilde tanışmış olmam sebebiyle de ayrıca mutluyum. Azerbaycan yöresinin tüm duygusallığını yansıtan iki vokali içeriyor ve yerel çalgıların eşliğinde dört yaylının o muhteşem desteği ulvi bir sonuç çıkartıyor ortaya. Aslına bakarsak yıllar önce ilk duyduğumda beni çok etkileyen Dünya vatandaşlığı kavramını aklıma getiriyor. Sonuç olarak politikanın ve ayrımcılığın aslında birbiriyle kucak kucağa ortak hisleri paylaşan insanları ayrı düşürdüğü bir dünyada bence aslolan dünyalı olmak. Hayatlarımızın her anını çok benzer yaşadığımız Yunanlılarla yaratılan yapay ayrımdan tutun da (Ki “Hassiktir” küfrü bile ortak, buyur) “Getme Getme” adlı çalışmanın Djivan Gasparyan’ın düdüğünden çıkan tıpatıp benzer duygusallıkla tezat biçimde çelişen politik ayrımcılığın insanları getirdiği nokta artık tüm benlik sınırlarımızı zorluyor. Bu toprak, o toprak, şu toprak. Sonuçta hepsi dünya, hepsinin üzerinde tapu iddia ediyoruz hakkımız olmadığı halde. Birileri kendi kafasına göre bölüyor dünyayı. Afrika’da ve Arabistan yarımadasında cetvelle çizgi çekmeye kadar uzuyor bu yaklaşım. Oysa ben sınır göremiyorum teller hariç. Yürürken her şey aynı. Diller farklı, belki dışavurumlar farklı ama tüm duygular aynı. Kronos Quartet de burada bence çok değerli bir vurguyu yaratmış çalışmasıyla. Aynı acıyı yaşayan apayrı kültürlerin tepkilerinin benzerliği aslında özümüzde insan olduğumuzu ve farklılığın sadece yüzeyde olduğunu gösteriyor.

http://www.blogger.com/img/videoplayer.swf?videoUrl=http%3A%2F%2Fvp.video.google.com%2Fvideodownload%3Fversion%3D0%26secureurl%3DqAAAAHfApvOOOB_WlESfHfM9b035KEQ_Ot0nZ9_YyN3gpOxqk34rhmICqkjnT_ospaxg8P5CzvRK6WhXoeOiuUeET1upfHX-diaxEK99OxwcO-5MvK3kY25acux6plUBSVBRvzkyfLYVdrfCkMpii29vnRo1suzOSPhRGQaPmn7hiWY7wp93ba4xbWp0k1nWAV1RB7nqjHys58UhkXZV5edeU4G-pLsX21pDyKARD_q18yOa%26sigh%3DXVJNm2VAX4SCLMAIg6pSCJ0ytUM%26begin%3D0%26len%3D86400000%26docid%3D0&nogvlm=1&thumbnailUrl=http%3A%2F%2Fvideo.google.com%2FThumbnailServer2%3Fapp%3Dblogger%26contentid%3D741f4ede5e1f8a11%26offsetms%3D5000%26itag%3Dw320%26sigh%3DNZ0E88RKf6JkQXbvVwoHvrEm5_4&messagesUrl=video.google.com%2FFlashUiStrings.xlb%3Fframe%3Dflashstrings%26hl%3Den

Misak – Bu pek çok açıdan küresel köy halini dışlayanların, empati yeteneğine sahip olmayanların, sürekli bir öteki yaratmaktan haz duyanların algılayabileceği bir derinlik değil kanımca. Kronos Quartet bu noktada tıpkı senin de sözünü ettiğin pek çok değerin, sözün ve müziğin sınırlar olmadan dinleyiciyi aynı şekilde etkisi altına alabileceği gerçeğini vurguluyor. Bu da zamanımızda kültürleri yaratan bir metafor olarak kullanılan batının an geldiğinde doğuya karşı pek ala ödün vermeden yüzleşebileceğini gösteriyor.

Sühan – Batı kültürünün aslı, onu yeşerten, hatta ortaya çıkmasında temel taşları oluşturan da bugün doğu kültürü diye ayırdıkları kültür zaten. Mısır kültürü olmadan Yunan felsefesinden bahsedilemez. Keza Mezopotamya olmadan da Mısır’dan bahsedilemez. Amerikan kültüründen çıkan Minimalizm, Hint kültürü olmadan yeşeremezdi. Sonuç olarak kültürlerin yarışı değil etkileşimi var sadece. Önemli olan kimin nereden geldiği veya nereye gittiği değil benzerlikler olmalı. Vurguyu nereye yaptığımız asıl konu. Benzerliklere mi bakacağız ayrılan noktalara mı? Zaten ne varsa başımıza şu Aristoteles yüzünden gelmedi mi şu dünyada. Bir kategorizasyon çıkardı, ortalık bombok oldu. Onun yolundan gideceğimize Bektaşi’nin, Mevlana’nın yolundan gitseydik fena mı olurdu? Kim olursan ol gel. Bundan daha güzel ve insancıl bir söz duymadım, duyacağımı da sanmıyorum.

Misak – Ortak çıkarsamaların varlığını kanıtlayabilecek ve senin de bahsettiğin gibi “Kim olursal ol gel” düsturunu gerçekçi kılabilecek açılımların ve sözlerin edilebilirliğinin üzerine daha fazla söz söylenebilir. Buna en yeni örnek olarak da saklı kaldığı kimliğinin arkasından tıpkı senin de sıklıkla bahsettiğin üzere Bryan Jones’un (Muslimgauze) nispeten daha rahat dinlenebilir Dub müziği formuna yakın duran bir isim olan Fedayi Pacha ve son çalışması “From The Oriental School Of Dub” var. “The 99 Names Of Dub” albümünde de bu bizim uzunca bahsettiğimiz kültürel birleşimleri bir odak altında toplamayı başaran kurgu ortaya çıkarmıştı. Keza yeni çalışmasında da öyle. Sıklıkla atfedildiği üzere Batı formunun bir dalı olan Dub müziği üzerinde riskli bir kolajlama olan Doğu sesi sentezinin çıkarttığı yeni fikirler hakkında düşüncelerin neler?

Sühan – Senin beni Fedayi Pacha ile tanıştırdığından beri kendisiyle dirsek temasını hiç koparmadım. Yeni albümü çıktığında ise yine senden aldım haberi ve ondan beridir dinlemeyi bırakamıyorum. Bir haftada en az 10 kere dinlemişimdir. Albümün bahsedilecek birçok özelliği var. Bunlardan ilki Fedayi Pacha tarafı. Öncelikle St. Etienne Dub Collective’den çıktığından beri dinlediğim kayıtlarında prodüksiyon ve ifade gücü açısından çok aşama katetti. Bunun yanında artık birlikte çalıştığı insanları da dikkatle seçtiği ve bunun da duruşuna etki edeceğini anladığı kesin. Diğer özellik ise Dub’ın geçmişinden gelen duruşunu albümün çok etkili bir şekilde kavramış olması. Dub eskiden beri bir duruşa sahiptir. Bir başkaldırıdır, hayrıkıştır, yakarıştır. Politizedir. Özellikle Avrupa’da yeşeren (Başta İngiltere ve 1995 sonrası Fransa’da) Dub akımı doğrudan aktivisttir, tepki koyar. Bu bakımdan Alternative Rock’la benzer bir yapı barındırır. Bob Marley’den tutun da Deadbeat’e kadar hatta Burnt Friedman ve Bill Laswell’a da uzanan bir politik altyapı görüyoruz. Bunda da genel olarak sisteme başkaldırı var. Dünyanın bugün geldiği materyalist düzeneğe içten bir nefrettir beslenen parçalarda. Örnek olarak Fedayi Pacha’nın albümündeki “Pyramids (The Sun)” adlı parçada sözlerdeki yoğunluk tarihi öven ama günümüzde tarihin manipülasyonuna ve nasıl sisteme bir araç haline getirildiğine dem vuruluyor. Vokalde dem vuran da yılların anticisi Alexander Hacke olunca olay daha da bir anlamlı hale geliyor.

http://video.google.com/googleplayer.swf?docid=4851328759990585213&hl=tr&fs=true

Misak – Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası” filminin de ana oyuncularından birisiydi Alexander Hacke ve bize görmemiz gerekenleri olabildiğince naif bir biçimde sunmayı başarmıştı. Elinizin altında durup ve kulaklarınızla işitip kendi dilinizi oluşturmak dururken hep aynı noktada sabit kalmamamız gerektiğini vurgulamıştı. Keza Fedayi Pacha’ya yapmış olduğu misafirlikte de bu bağlamda sözün bittiği yerdeki ne varsa açık ve seçik olarak sunmayı tercih etmesi tutarlılığının da bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Ses elbette farklı yorumlanabilir. Vurgular ve üzerine yapılan makyajlamalarla daha da modernize edilebilir. Ancak neticede ortaya çıkan şey etkileyicliğinden asla bir şey kaybetmeyeceği “Pyramids (The Sun)”’da bariz bir biçimde kendini göstermekte. Bunun yanında Fedayi Pacha aksak ritmi (9*8’lik) Dub’ın köklerinde bulunan muhalif karakteriyle beraber farklı bir dil oluşturmanın peşinde. Keza “9 Mantra In 1 Box” parçasında olduğu gibi Mantra’ları peşi sıra inanılmaz detaylı bir şekilde birbirine ilintilenebildiğini görmek mümkün. Senin de albümü dikkatle dinlemiş biri olduğunu bildiğimden bu tarz iki ucu boka batırmadan başarıyla dengeleyen Fedayi Pacha’nın genel anlamıyla modern müziği, öznelinde de bu başından beri konuştuğumuz Doğu-Batı algısının nasıl muntazam bir şekilde işlenebildiğini kanıtlamakta. Bu önermem hakkındaki düşüncelerin ne?

Sühan – Fedayi Pacha ilk albümünden beri albümlerinde açıkça belirttiği üzere Doğu ezgilerine düşkün. Zaten bu albümün adında da gayet ortaya koymuş bu bakış açısını. Bu etkilenme gerek Balkan müziklerini temel alıyor, gerekse Orta Doğu’ya hatta Hindistan’a uzanabiliyor. Velhasıl tüm bu etkileşimin temelinde “Beton dünyası” haline gelen ve insancıl özellikleri çok güzel bir şekilde betimlediğinin düşünüldüğü Doğu kültürlerine duyulan özlem yer alıyor. İnsanlar artık insan olduklarının farkına varamıyor bugünlerde. Durup düşünmek yerine durmaksızın makine gibi kurulmuş hayatlarında karınca misali bir o yana bir bu yana koşturuyorlar. Alacağımız zevklerin bile bize paket programlar halinde sunulduğu düşünülürse özellikle sanatçıların bu konudaki açmazı açıkça ortaya koymasından doğal bir şey olamaz. Bu noktaya geldiğimizde ise müzik türleri açısından incelediğimizde Dub elbette ön saflarda yer alıyor zaten doğum noktası da böyle bir müzik kültürü olduğu için. Her ne kadar günümüzde Dub Elektronik müzik türleri arasında yerini alıyor olsa da aslında doğuş noktası olan Jamaika’da bu şekilde algılanmıyor ve yapılmıyordu. İlginç olarak John Zorn müziğini alıp Havaii’ye götürürken Fedayi Pacha da Jamaika’dan kalkıp Orta Doğu’ya gidiyor. Sonuçta temelinde sürekli bir etkileşimin ve devinimin olduğu dünyamızda insana, insani duygulara, gerçekten hissederek yaşamaya duyulan özlem kendini farklı noktalarda farkılı yöntemlerle gösteriyor. Aslına bakarsan Kronos Quartet’in yaptığı da bundan farksız. İnsan olduğumuzu ve sadece belli sınırlar içerisinde yaşadığımızı bize en iyi hatırlatan duygu acıdır. Kronos Quartet bu noktanın üzerinde durarak da benzer bir hissiyatı bahsettiğim farklı yöntemle anlatmış. Sonuçta ise hepsi aynı kapıya çıkıyor. İnsan olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. 50-70-90 sene yaşayacağız eninde sonunda ve bunu “Metropolis” filmindeki gibi ya kurulu saat modunda yaşayacağız, ya da hayat denen nehre bir parmak atıp akışını kendimiz için belli oranlarda değiştirmeye ve yaşadığımızı gerçekten anlamaya çalışacağız. Ne yediklerimiz, ne de giydiklerimiz bunu değiştirmiyor. Yaşayışımız ve kendimize veya çevremize kattıklarımız bizi insan yapan. Günümüzün tüketim evreninde bunu biraz sıkça unutuyoruz galiba. E unuttukça da bazı sanatçıların çıkıp da tekrar kafamıza bunu vura vura hatırlatmaları doğal oluyor.

Misak – Valla şimdilik bu kadar yeter. Saat bayağı geç oldu. Bu fikir teatrisinin benzerlerini ilerleyen günlerde farklı sanatçılar ve çalışmaları üzerinden tekrar edebilmek üzere.

Sühan – Böyle çalışmalar çıktıkça üzerine konuşacağımız daha çok şey olduğu kesin. Ama uykumun geldiği de kesin.