kenarlık # 6 müzikal meram – carsten nicolai röportajı – sühan gürer

Leave a comment

müziğin işitsel bir deneyimleme oluşturmasının yanında görsel bir hafızayı biriktirebilme imkanını sonuna kadar değerlendiren bir mucit carsten nicolai. gerek solo projeleri, gerekse ryuichi sakamoto, blixa bargeld, ryoji ikeda, frank bretschneider ve olaf bender gibi önemli kompozitör, müzisyen ve prodüktörlerle yeni bir ses tasarlama-türetme alanında kulakların pasını alan, yetkin, zihin açar projelerin arkasındaki imza sahiplerinden. cumartesi akşamı nova muzak series kapsamında borusan müzik evi’nde gerçekleştirilecek olan alva noto konseri öncesinde sühan gürer’in daha önce basatap dergisi’nde yayınlanmış olan röportajı hem ses peşinde koşturmanın detaylarını hem de elektronik müziğin meramına dair altı bolca çizilesi kelamıyla önemli bir okuma parçasını oluşturuyor.

SG – Bir hayal dünyası yaratırken gerçek objeler ve sesler kullanıyorsunuz. Görsellik ve müzikal açıdan yaratım/üretim sürecini açıklayabilir misiniz?

CN – Bu aslında genel bir soru ve biraz da zor sanırım. Ama nasıl çalıştığımı biraz anlatayım. Her zaman birbirine paralel projeler üzerinde çalışırım. Stüdyodaki genel havam da bu şekilde. Aynı anda birkaç iş üzerinde çalışırım. Sabah ve akşamları okumakla geçiyor. Araştırmalarım da bu saatlerde oluyor. Gündüz saatlerinde bu ikisini pek yapmıyorum. Berlin’deki küçük stüdyomda 4-5 kişi çalışıyoruz. Test yapanlar, prototip çıkaranlar çoğunlukta.

Temaları ortaya çıkaran insanlar da var. Yapılan işlerin açıklamalarını veya bu işlerle alakalı teklifleri yazma işi var. Gelecekteki projelerin yapılandırılması var. Aslında birçok şeyi aynı anda yapmaya çalışıyorum. Çok yoğun çalışmam gereken bir projeye başladığımda ise kendimi izole ederim. Özellikle müzikle alakalı olduğunda kayıt bölümüne geçerim ve kendi başıma kalırım. Ayrıca projelerin temellerini oluştururken de yalnız çalışırım. Daha rahat konsantre olmam için bu gerekiyor. Fakat bu işleri deyim yerindeyse gerçekleştirirken birçok fikre, bakış açısına ihtiyacım olur. Bu yüzden de başta asistanım olmak üzere birçok kişiyle görüşürüm ve sonuca ulaşmamda bana yardımcı olurlar.

Aslında hepsi birbirine bağlı. Bazı projeler girift bir halde ilerleyebiliyor. Bazen bir diğer projede edindiğim deneyimi başkasında kullanıyorum. Hiçbir kesin çizgiyle ayırmıyorum çalışmalarımı. Stüdyoda herkesin her şeye ilgisi var ve hatta her işte parmağı da var. Belki insanların katkı yoğunluklarını sağlayan yetenekleri var ama genelde bir şekilde her işe katkı sağlıyorlar. Bizimkisi bir stüdyodan ziyade biraz açık bir labaratuvar gibi diyebilirim.

SG – Soyutlamanın müzikal ve sanatsal açıdan sizin için anlamı nedir?

CN – Bana göre soyutlamanın anlamı dünyayı anlamaya çalışmaktır. Dünyayı anlamaya çalışırken de modeller kullanırız. Modeller aslında doğanın prensiplerini anlamak için kullandığımız basitleştirilmiş bakış açılarıdır. Bu modellerle hayatın nasıl işlediğini anlamaya çalışırız ve bunlara ihtiyacımız var çünkü bize bir başlangıç noktası veya bir tanımlama sunarlar. Böylece kaybolmayız. Yaşayabileceğiniz en korkunç histir kaybolma ya da yönünü tayin edememe. Bundan yola çıkarak kendi etrafımızda hazırladığımız modeller önem teşkil eder.

Soyutlama burada modelleme safhasında olaya giriyor. Karmaşık olayları veya durumları sadeleştiriyoruz ve bu noktada bazı etkenleri veya noktaları soyutluyoruz. Ben de tüm çalışmalarımda bunu uyguluyorum. Her zaman sadeleştirmeye yöneliyorum. Bu bir müzikal çalışmam olabilir, bir sunumum olabilir ya sadece bir fikir de olabilir. Her zaman bir adım geriye atıp mümkün olduğunca sadeleştirmeye çalışıyorum. Yani işin özüne inmeye çalışıyorum. Benim için önemli olan da bu. Çekirdeğe indirgediğim tüm projelerimde neler olduğunu daha rahat takip edebiliyorum ve birbirleri ile olan olası bağlantıları da çok daha kolay biçimde görebiliyorum. Ne ifade etmek istediğimi ve nereye geldiğimi izleyebiliyorum.

Örnek olarak yıllardır müzikal açıdan ses dalgalarına odaklanmış durumdayım. Sade ve tek başına ses dalgalarına. Elbette bana neyin ses olduğunu sorabilirsiniz. Ses yaratmak için en temel yapıtaşlarına inmeniz gerekiyor. Saf bir ses dalgası doğada sıkça bulunmuyor. Algılaması da biraz zor ancak bazı elektronik enstrümanlar kullanarak hazırlayabilirsiniz dalga boyunu ve şiddetini ayarlayarak. Elbette akustik ortamın da önemi var. Bu konsept zaten temelinde indirgenmiş bir yapıda ve soyutlamanın temelinde de bana göre bu indirgeme işlemi var.

SG – Endüstriyel müzik “Duygu Mühendisliği” olarak da adlandırılabilir. Bu tanımlama aynı zamanda görsel sanatlar için de kullanılabilir. Bu bakış açısıyla alakalı olarak ne düşünüyorsunuz?

CN – Doğruyu söylemek gerekirse “Duygu Mühendisliği” terimini ilk defa duyuyorum fakat ne demek istediğinizi gayet iyi anladım. Bence ses ile ilgili olarak en hayran kaldığım nokta duygularımızı doğrudan ifade edebilme imkanı sunması. Aslında nasıl olduğunu da tam olarak anlamıyoruz ama yaşadıklarımız ve ortak paylaşımlar bize bunu gösteriyor. Bunu kelimelere dökmek de gerçekten zor. Sanki bir ses içimizdeki bir tele dokunuyor ve o tel hiç durmaksızın bir kimyasal reaksiyon başlatıyor beynimizden başlayarak.

Gerek görsel sanatlarda gerekse müzikte bu doğrudan etkileme amacı güdüldüğünde o eserin kalitesi ortaya çıkıyor. Bence bu hepimizin bir şekilde yakalamaya çalıştığı nokta. Bu kalite kavramını çalışmalarımın bir parçası haline getirmeye çalışıyorum.

SG – Raster-Noton bir plak şirketi olmaktan öte bir sanat atölyesi gibi. Geleceği vizyon edinmiş ve sürekli devinimde bulunan bir projeyi andırıyor. Raster-Noton’u şekillendiren nedir ve projeler nasıl oluşturuluyor, anlamlandırılıyor ve sunuluyor?

CN – Biz Raster-Noton’u bir platform olarak görüyoruz. Büyük boş bir alan düşünün. Hepimizin bu alan üzerinde kendimizi ifade etmek için odalarımız var. Bu platform üzerinde sergi açabiliyoruz, iletişimde bulunuyoruz ve yayın yapıyoruz. Ayrıca dışarıdan bize fikirleriyle destek olan büyük bir kesim de var. Bunların içinde müzisyen de var, ressam da, desinatör de, plastik sanatçısı da. En basitinden bir albüm yayınlanacağı zaman bile buna basit olarak bakmıyoruz. Bu platformun temel amacı sanatçılara kendilerini ifade etmeleri, birbirleriyle iletişime geçmeleri ve sonuçta ortaya bir eser çıkarmaları için en uygun ortamı yaratmak.

Plak şirketi olarak aslında gayet basit bir mantıkta çalışıyoruz. Aslında hazırlananların sadece küçük bir kısmı halka sunuluyor. Sanatçıların zaten işin büyük bir kısmını hazırlamış oluyor. Ondan sonrası ise fikirler alarak, fikirler üzerinde oynayarak hazırlanıyor. Fakat bunun sunulması sanatçıya kalıyor. Bazı eserler sadece te bir tema üzerine yapılandırılmış olabiliyor. Bu sadece müzikal de olmayabilir. Kitap da olabilir tema olarak.

Yeri gelmişken şu ana kadar üretken ve orjinal fikirleri ne olursa olsun yayınlamaktan geri durmadık. Kitap da yayınladık, t-shirt de. Sanat okulu öğrencileriyle bir çalışma yaptık ve yayınladık. Sadece poster yayınladığımız da oldu. Ancak işin temelinde ve oluşumunda müzik elbette en büyük yeri tutuyor. Yaptığımız gösterilerin veya sergilerin hepsinde müziği de mutlaka tamamlayıcı olarak kullanıyoruz. Bunun özünde de her daim sesin nasıl bir ses olması gerektiği mantığı üzerinde yoğunlaşıyoruz. Gerçek ses arayışı da diyebiliriz. Hepimiz geleceğe bakıyoruz, sınırları zorluyoruz ve nerede önümüze çıkarsa aşmak için yollar arıyoruz. Bulamazsak destek istiyoruz. Yeni bir ses hem yaratma açısından bir güncellik getiriyor, hem de dinleti açısından.

SG – Ryuichi Sakamoto ile Doğu ve Batı müziklerinin kaynaştığı noktada alternatif müzik anlayışına sahip bir projeye imza attınız. Bu ortak paydaya nasıl geldiniz ve kişisel bakış açılarınızın sonuca etkileri ne oldu?

CN – Önce sondan başlayayım. Kişisel bakış açılarımız temel etki noktası oldu diyebilirim. Elbette sevmediğiniz şeyi yapmazsınız. Tabii sınırlar ayrı bir konu ama genelde beğeni de mutlak rol oynar sonuca ulaşırken.

Bu proje yaklaşık 8 yıl önce bir düzenleme çalışmasıyla başladı. Sonucu ise çok özgün bir parça oldu ve akabinde ikimiz de buna devam etmek istedik. Bugüne kadar 4 albüm kaydettik. En son albümümüz için çok yoğun ve iç içe bir çalışma dönemi yaşadık. Müzikal anlamda da güçlü bir yapı ortaya çıktı. Bir albüm çıkarmıştık “UTP” adında ve Ütopya temasından türetmiştik. “UTP 2” için de daha farklı bir müzikal yapı ortaya koymak istedik ve aklımızdan geçenleri paylaştık. Tabii Ryuichi Sakamoto benim sahip olmadığım özelliklere sahip ve ben de onda olmayanlara. Birlikte çok uyumlu bir şekilde çalışabiliyoruz. Bu projede bireysel olarak yapamayacağımız şeyleri gerçekleştirebiliyoruz. Benim melodi yazma özelliğim yok ve Ryuichi’nin de üretilen ses dalgalarını yapılandırma özelliği yok. İkimizin artıları üzerinden yola çıkıp sonuca ulaşıyoruz ve gerçekten içten bir çalışma oluyor. Bu bakımdan üzerinde çalıştığımız ne olursa olsun dirsek temasıyla çalışıyoruz ve sürecin kendisi de gayet rahat ilerliyor.

Şu anda herhangi bir proje üzerinde çalışmıyoruz ama önümüzdeki sene buluşup 5. albümümüzü kaydedeceğiz. Tabii herhangi bir engel oluşmazsa.

SG – Son albümünüz “Xerrox Vol 2”’de, çalışmalardaki yoğun ses yapıları endüstriyel bir his verirken Drone da tüm sahneye hakimiyetini ortaya koyuyor. Bu serinin ilk albümüyle karşılaştırdığımızda Drone’un çok daha önde olduğunu vurgulamak gerekiyor. Konseptteki bu temel değişimin sebebi nedir?

CN – “Xerrox Vol 2” aslında tek bir parça olarak hazırlandı. Kendi başına uzun, güçlü bir parça olduğu fark edilebilir her ne kadar albümde küçük parçalara ayrıldıysa da. Evet bu albümde Drone çok daha ön planda ama iki albümde de herhangi bir vuruş olmaması teması üzerine yapılandırma var. Herhangi bir keskin müzikal seri de yok. Drone veya Crescendo, bu temanın doğal bir gelişim süreci. Aslında ilk albümdeki bakış açısını da biraz değiştirmek istedim. Fotokopinin nasıl başladığı ve ne şekilde sonuçlandığını anlatmaya çalışmıştım. Basit bir melodiyle başlayarak daha sonra bir ses duvarına dönüşüyordu. Küçük melodilerin oluşturduğu bir ses duvarı. Parçaları tekrar tekrar dinlediğinizde açıkça ortaya çıkıyor. Kafamdaki temelde de Noise vardı bunu gösterebilmek için. Drone’a yaklaşmış olabilir ama amacım Noise idi 2. albümde de.

Serinin 3. albümü üzerinde çalışmaya da yeni başladım. Yine bir nebze farklı bir yaklaşım sergileyeceğim. Hala aynı görsel temanın üzerine yapılandıracağım. Bir fotokopi makinesinin müzikal hikayesi.

SG – Alternatif duruşunuza zıt olarak Michael Nyman ile birlikte bir Opera bestelediniz, “Sparkie: Cage And Beyond”. Bu opera 1950’lerin ünlü konuşan kuşu “Sparkie”’den esinleniyor ve onun konuşmaları da albüm içerisinde yer alıyor. Bu proje hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

CN – Bu aslında çok komik ve güzel bir proje. Michael Nyman birlikte bir proje yapmak için benimle irtibata geçti. Elinde birçok materyal de vardı ama içlerinde biri doğrudan dikkatimi çekti. Bunlardan bir tanesi de bir kadının arka arkaya aynı şeyleri tekrarladığı bir ses kaydıydı. Bu kadın bir kuşa konuşmayı öğretmeye çalışıyordu. Kaydın sonunda da kuş konuşmaya başlıyordu. Bu kuş Sparkie’ydi. Bu muhabbet kuşu üzerine bir araştırma yaptım ve Michael da zaten birçok şey biliyordu. Kuşa öğreten kadının günlüklerini bulduk. Böyle bilgiler bize çok büyük açılımlar sağladı.

Opera fikri ise ilk olarak Michael Nyman’a bu kayıtları 1970’lerde gönderen George Brecht’ten geldi. Aslında opera diyoruz ama tabii bu aslında gerçekten bir opera değil. Belki yapısal olarak opera demek doğru olabilir fakat hiçbir tenorumuz yok hatta hiç arya söyleyen kimse yok. Sadece okuma pasajları var. Tabii kayıtları da olduğu gibi yerleştirmedik. Yeniden yapılandırdık, düzenledik, kestik, biçtik, ekledik. Bu opera bu sene ilk defa Mart ayında sergilendi daha şimdi daha komplike bir şekilde yayınlamayı düşünüyoruz. Bunun sebebi bu çalışmaya sebep veren materyal sadece bir performanstan ibaret değil. Tüm yaptığımız bu araştırma sonucu bir hayli yoğun bir bilgiye ulaştık. Bir kitap yayınlayacağız. Bu kitap Sparkie’ye konuşmayı öğreten kadının günlüğünü de içerecek. Elbette albüm projesi de bunun ekinde olacak. Aslında temel hazır fakat çalışmalarımız hala devam ediyor çünkü bunca veriye yakışır bir sonuca ulaşmak istiyoruz. Sonucu da herhalde önümüzdeki senenin başında görebilirsiniz.

resim: raster-noton

>Deuss Ex Machina # 320 – Silmad Vaikus

Leave a comment

>Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_320_–_Silmad Vaikus

11 Ekim 2010 Pazartesi gecesi “canlı” olarak yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
>1<-Date Palms-Psalm 5 (Root Strata)
>2<-Hessien-Five Sisters (Zelienople Remix) (Handstitched*/Fluidaudio)
>3<-Hessien-Breaking Webs (Konntinents Analogue edit) (Handstitched*/Fluidaudio)
>4<-Two Bicycles-You Will Speak, I Will Sing (Self Released)
>5<-Two Bicycles-Fall (Self Released)
>6<-anbb-I Wish I Was A Mole In The Ground Extended (Raster-Noton)
>7<-anbb-Katze Featuring Veruschk (Raster-Noton)
>8<-David Sylvian & Ryuichi Sakamoto-World Citizen (I Won't Be Disappointed) (Samadhisound)
>9<-David Sylvian-Sleepwalkers (Featuring Nakamura / M / Brandlmayr) (Samadhisound)
>10<-Swans-Little Mouth
>11<-Swans-Reeling The Liars In
>12<-Holy Sons-Burrow Away
>13<-Apparat-It's Gonna Be A Long Walk (Shitkatapult)

Silmad Vaikus (320) – Herkes bir diğerini vicdanlı olmaya davet ediyor. Belirli bir düzlem içerisinde sıkışıp kalmış gibi aynı teraneleri koftiden yüksek ses ile söylersek daha makulane bir biçimde karşılanacakmış gibi, şakacıktan üslup!! atışmaları yaşanıyor. Merkezden en uzakta yaşayanlara kadar herkesi ilgilendirenleri değil sorunlarımızı tümden çözmüşüz gibi vicdan muhasebesine, gayrısından çok çektiğimiz ayrıştırmalara, kinlenmelerin nelere mâl olduğunu bildiğimiz senaryolara indirgeniveriyoruz. Tekrar ediyoruz, çemberin içinde boşa döndürülüp duruyoruz. Basitleştirmedikten sonra kelamlarımızı ne yazarsak yazalım herdaim aynı bol yıkımlı tufanla yeniden karşılaşacağımızı bilmemize karşın sorun mabadında yankıların daha fazla kısılmasına mâni olamıyoruz. El birliği, kol birliği ve zihin birliğini bir kenara terk edip kalemlerimizden damlayacak olan caka satmalarla, en şatafat ihtiva eden betimlemelerle vicdanın tesis edilebilirliğine ısrarla alıştırılmaya gayret ediliyoruz. Oysa hepimiz de biliyoruz ki, devlet bize neyi emretmişse, neye yol vermişse sadece ona karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir. Yerseniz! Bizler yani fani halk kırıntılarının dirençlerini kıran, sorumluluktan ziyade kafasını kuma gömmesine neden olan soru / sorunlara kulaklarını kapalı tutmaktadır. Tutmaya da devam eder. Yapı dahilinde kitlelerin mütemadiyen yesinler birbirlerini kolaycılığına bu kadar kolay sahip çıkılmasının başkaca bir okuması mümkün değildir. Genellendirmeler, tuttuğuna giydirmeler, yakıştırmaların en insafsız olanlarından tespit taneleri çalışmaları hep bu kurumsal! yapının, nasıl da gecekondu şekliyle sonradan yamalanıp durduğunu, kat, ek çıkıldığını ve tam manasıyla yamalı bohçadan beter hale dönüştüğünü ortaya çıkartır. Korkularımız bir an olsun eksilmiyor. Yoklamada hep bir fazlasıyız. Geleceğimiz durmak nedir bilmeyen cenderelerde yeni sınamalara denk tutuluyor. Yönlendiriliyor. Parçası olduğumuz, yaşamakla mükellef olduğumuz hayat dahilinde türlü tuhaflıklar birbirlerini zincirleme tetiklerken, yapıyı sarsarken durup kenarda kıyıda ne kadar da “mesut bahtiyar” olduğumuzun mukabelesi içerisini arşınlıyoruz. Yanılsamalarımız o kadar karmaşık ki, aymazlıkların hemen tümünde gösterilmesi gereken tepkimeleri bile işitmezden gelebilmek hala olasılıklar dahilinde olduğu bir ülkeden bahsetmekteyiz. Çamur kıvamına artık resmen dönen, tadı tuzu enikonu kaçmış açılım teranelerinin halleri, oldurulmazları olabilir kılacak mücadeleyi tek bıraktıktan, muhterem büyüklerimizin gösterdiklerine, kayıtsız şartsız itaat taleplerine uyduktan sonra hangi vicdan bu onulmazlıkla yüklü duvarları aşmamızı sağlayacak. Ümit taneciklerini birer balon metaforu kıvamıyla pat diye yüzünüze hizalayarak patlatan bir sistemsizlik hangi yaramıza merhem olacak bilenimiz var mıdır? Keskinleştirilen söylem biçimlerinden, ütopik yaklaşımlarla az sabredin diyebilenlerin tevekkül dolu! hallerinden geriye kalan sıka sıka kırılan dişler, sıkmaktan heder olmuş deliği tükenmiş kemer, bitse de yerine yenisi çıkmayacak olmasına ramak kalan dildeki tüyün esamesi üzerinden mi tahliller, yorumlamalar gerçekleştireceğiz. Kimliklerimizi, yaşadığımız rutini bir kenara terk eylediğimizde ortaya çıkan hüzünlendirici tablo mu geleceğimizi düzlüğe çıkaracak olmasını ümit ettiğimiz. Aynı durakta biriktirildiğimiz, tektipleştirildiğimiz. Meram dönüşümlerin birbiri peşisıra çatkapı getirildiği bir eşiği gösteriyor. Herkes bir diğerinden ne kadar daha fazla vicdanlı olduğu muhasebesinin dökümleriyle doluyor. Ekranlara bağımlı bıraktırılmış kitleler, çerçevenin kenarında olan bitenlere, kadraj dışında tutulanlara bilahaber bıraktırıldığı sürece de farkındalılığı tam ve eksiksiz bir biçimde anlaşılır kılamayacağız. Yoksun bıraktırıldığımız, mahrum konulduğumuz hayallerimiz değildir sadece bütünü birbirine yakın tutan denklemlerin, elemanların, olay ve olguların tamamen rotasını şaşmasıdır. Yoldan çıkartılmasıdır. Kolaycıl bir biçimde ölümleri mutlulukla kutsamaktan, yaşanan derbederlik dolu halleri doğanın insiyatifine terk etmekten, hakkını aramak zorunda olanları tek başlarına bırakmaktan, azaldıkça daha mutlu olacağımızı sandığımız sevinçlerimizden uzak kalmaktan bahsettiğimiz bir diyar ile gelecek ne kadar yakındır? Ne kadar tekindir? İşitmekten korktuğumuz gerçeklikleri önemsemedikten, ilgilenip çözüm yolları bulamadıktan sonra sayfalarca ahlansak, vahlansak ne değişecektir? Zaten o eşiğe varıldıktan sonra, bu kadar kıyamet alameti belirdikten sonra hala kılımız kıpırdamıyorsa, vicdan muhasebesini öte tarafta yapmaya devam ederiz!!!
Meeeh
[Bağlantısız muhaliflik hizaya çekmek için fırsatlarını kollayan sistemin gediğinde açılacak yaralarla şekillenir? Nuh ile uslanacağımızı sananlara kötekle girişmek farzdır / fokurdayan fotokopi metninden]

>>>>>Bildirgeç
“Sözde” Vatandaşlar! – Muhsin KIZILKAYA*

“Sözde vatandaşlar” nankördür.
Vatanın ekmeğini yerler, suyunu içerler, havasını solurlar, toprağını ekerler, denizine girerler, ağaçlarını keser kereste yaparlar, pamuğundan yatak döşek yorgan yapar uyurlar, derisinden ayakkabı yapar giyerler, taşından dört duvar örer ev yaparlar, yetmez hayvanlarına ağıl yaparlar, televizyonunu seyrederler, radyosunu dinlerler, köprüsünden geçerler, vakvaklarını ürkütürler, tilkilerini kendilerine mal ederler, tavuklarının yumurtalarını yerler, öküzlerini çifte koşarlar, ineklerinin sütünü içerler, postacılarını meşgul ederler, bilgisayarlarını kullanırlar, mail atarlar, gazetelerini okurlar, futbol maçlarını seyrederler, lokantalarında yemek yerler, kahvelerinden okey oynarlar, zurnaları eşliğinde halay çekerler, filmlerini seyrederler, sigarasından tüttürürler, apartmanlarında otururlar, gazetelerinin verdiği kuponları keserler, mankenlerine bakar ağızlarının suyunu akıtırlar, güzelim televole, kaynana, gelin ve damat bulma programlarını hiç kaçırmazlar, kasaplarından kıyma alırlar, seyyar satıcısı arabası yapar çorap, firkete satarlar, hamal olup mallarını taşırlar, tellak olup zenginlerini keselerler, sandalyelerine otururlar, ağaç gölgelerine kusarlar, sokaklarında yürürler, caddelerinde dükkan açarlar, çarşılarında alışveriş yaparlar, pazarlarında her türlü zerzevat satarlar, döner keserler, bulaşık yıkarlar, kebap yaparlar, lahmacun satarlar, çiğ köfte yerler, yer temizlerler, camilerinde imam olurlar, minarelerinde ezan okurlar, cemaatle namaz kılarlar, seçime girerler, seçilirlerse meclise girerler, kanun teklifi verirler, deniz seyir ve oşinografi dairesinin nimetlerinden yararlanırlar, hava durumundan nasiplenirler, kabotaj bayramında törenlere katılırlar, kurtuluş günlerinde temsili düşman kuvveti rolüne bürünürler, askerlik yaparlar, karavanadan beslenirler, banka kuyruklarına girerler, dul ve yetimlere verilen maaşlardan yararlanırlar, belediye otobüsüne binerler, kapının önünde durmamaları, durdukları takdirde otomatik kapının çarpması konusunda uyarılırlar, hamile ve çocuklu bayanlara bazen yer verirler, fortçuluk yaparlar, yere tükürürler, gaz kaçırırlar her yeri kokuturlar, berberlerinde tıraş olurlar, hamamlarında yıkanırlar, saunasına girer terlerler, en çok da otlu peynirinden yerler, zeytinlerinin çekirdeklerini rastgele yere atarlar, mağazalarının vitrinlerine bakarlar, futbol maçlarında tezahurat yaparlar, işkembe çorbasını yapar, kelle paça ayıklar satarlar, hastalandıklarında hastanelerine giderler, doktorlarını meşgul ederler, hemşirelerine sarkarlar, ilaçlarını poşet içinde alırlar, midyesini satarlar, nohutlu pilav yapar, arabalarla sokaklara dalarlar, çiçek satarlar, çocuklarını dilenci yapıp başımıza musallat ederler, tavşan gibi ürerler, tazı gibi koşarlar, tilki gibi kurnazlar, öküz gibi yerler, vatanın her karış toprağında serbestçe dolaşırlar, istedikleri yerde gecekondu yaparlar, arazi işgal ederler, hırsızlık yaparlar, tuvaletlerini kullanırlar, pisuarlarına işerler, türküsünü söylerler… velhasıl bu cennet vatanın bütün nimetlerinden eksiksiz bir biçimde yararlanırlar.
Sonra da kalkar yemek yedikleri kabı berbat ederler.
Ey “sözde olmayan” vatandaşlar! Siz siz olun “sözde vatandaşlara” karşı uyanık olun.

*Muhsin KIZILKAYA’nın keleme aldığı “Sözde” Vatandaşlar! başlıklı makale, makalelerinden derlediklerini paylaştığı “Kuyruktan Uyruğa” kitabından yazarın ve kurumun anlayışlarına sığınarak alıntılanmıştır. (* Sel Yayıncılık /2005) Sayfalar 153-4

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
İzlenesi
Sehnsucht Nach Istanbul (İstanbul’a Özlem) – Yüksel YAVUZ – Arte (via Youtube)
Okuma Parçası
Aynı Yerde Ayrı Yaşamak – Günay ASLAN – Gunayaslan.com
Kentin Hafızası – Ulviye DİKMEN – Turnusol.biz
“Devlet Ne İşe Yarar Baba?” – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Kavramsal Bir İrdeleme – Eleştirel Günlük – Eleştirel Medya Günlüğü
Ey Özgürlük – İlyas BAŞSOY – Birgün
Burası Türkiye, Türkçe Konuşsana – Mehveş EVİN – Milliyet Cadde
Anayasa Sohbetleri 1 – Dil – Sevan NİŞANYAN – Agos / Nişanyan Blog
Anayasa Sohbetleri 2 – Din – Sevan NİŞANYAN – Agos / Nişanyan Blog
Neden Endişeliyim? – Binnaz TOPRAK – Radikal
Açılımın “İkinci Baharı”na İbretlik Medya Manzaraları – Ceyda ULUKAYA – BiaMag
Kusturica, Geçmiş ve Vicdan – Mithat SANCAR – Taraf
Duvar – Karin KARAKAŞLI – Kronik Muhalif
Lazca ve Asimilasyon – Sadık VARER – Turnusol.biz
Kutsal Bakire’de Cuma – Baskın ORAN – Radikal 2
Birinci Sınıf Yurttaş, Birinci Sınıf Emekçi – Ferda KOÇ – Sendika.org
Kürtler Giremez Türkler Çıkamaz – Birgün
Oğlu 16 yaşında Dağa Çıkan Babanın Öyküsü! – Hasan CEMAL – Milliyet
Barışa Köprü Olmak – Ceylan SAĞLAM – Atılım
“Bu Dava Kardeşliği Yargılıyor” – Birgün
Zalimin Zulmü, Mazlumun Allahı Katilin Avukatı, Siyasinin Halkı – Veysi SARISÖZEN – Köxüz.org
Devlet Hrant Dink Sorularına Yanıt Verdi: Cevap Yok – Berivan TAPAN – Bianet
Karalama, İnsaf, Vicdan, vs. – Necati SÖNMEZ – Bianet
Karalama Kampanyası Bu Kez Bianet’ten! – Leyla İPEKÇİ – Taraf
Taner İle Cahit – Can DÜNDAR – Milliyet
“Sol” Üzerine Spekülatif Düşünceler – Ergin YILDIZOĞLU – Sol.org.tr
En İyi Devrimci Ölü Devrimci – Emre DAŞAR – Kronik Muhalif
Orada Bir Gün Kalmaktansa… – Alınteri.net
İşçi Türkan Albayrak’ın Direniş Çadırından Notlar – Hatice EROĞLU AKDOĞAN – Sendika.org / BiaMag
Taraftar Grupları UPS İşçileri İçin Birleşti – Sol.org.tr
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri
Bakan “3 Gün” Diye Övünürken Madencilerin Cesedi Beş Aydır Yok – Tolga KORKUT – Bianet
Patronsuzlar: Mücadeleye Devam – Aykan SEVER – Birgün Pazar
Tophane Saldırısı Ardından Belirlenen Resmi Açıklamanın Bir Reddi – Süreyyya EVREN – Birikim
Extramücadele Ağrılara Karşı: Memed Erdener Söyleşiyor. – Deniz GÜL – Being At Odds
Kimiz, Neredeyiz Biz? (Sakin Miyiz?) – Meram – Express

Date Palms / Gregg KOWALSKY Official
Date Palms / Marielle JAKOBSONS Official
Date Palms At Myspace
Date Palms Dream And Drone – Rachel SWAN – East Bay Express
Hessien Official
Hessien – Obelisk / Stelea Album Informative On Fluidaudio
Hessien – Skurjn Video On Handstitched* Vimeo Page
Two Bicycles At Myspace
Two Bicycles At Bandcamp
Two Bicycles Informative On CBC / Radio 3
anbb Official Page At Raster-Noton
anbb At Myspace
anbb – Mimikry Album Review – Colin BUTTIMER – BBC Music
David Sylvian Official
David Sylvian At Wikipedia
David Sylvian – Sleepwalkers Album Review – Jude CLARKE – MusicOMH
Swans – My Father Will Guide Me Up A Rope To The Sky Informative On Young God Records
Swans At Myspace
Swans Are Not Dead – Seda NİĞBOLU – Klang #175
Holy Sons Official
Holy Sons At Myspace
Holy Sons – Mersenne – Undomondo
Apparat Official
Apparat At Myspace
Apparat – Exclusive Track Sayulita Download Page via !K7′ DJ Kicks

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – misak[nospam]dinamo[dot]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Profile – Remed Art
Remed Art’ Flickr Page

>>>>>Poemé
Anladın Mı? – Neyzen TEVFİK

Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun’dan duyup da rivayet etme.
Aşkın Leyla’sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikayet etme.

Yüz bin Leyla doğar alemde her gün,
Senin aradığın zevk, sefa düğün.
Tutacağın işi önceden düşün;
Daha ilk adımda nedamet etme.

Sevdanın oduna pek güvenilmez,
Tutuşurşan eğer kolay sönülmez.
Bu yolun hükmüdür geri dönülmez,
Canına kıymazsan seyahat etme.

İyi bak kabına, olmasın delik,
Boşuna taşırsın ,gider gündelik.
Anında olmalı, ettiğin iyilik,
Alem duysun diye, inayet etme.

Kabe’den maksadın varmaktır yara,
Kör gibi tapınma, kara duvara,
Hızır’ı ararsan kendinde ara,
Bulamadım gibi rezalet etme.

Muhabbet herkesin aklını çelmez,
Gönül viranesi kolay düzelmez.
Alemden çekinme bir zarar gelmez,
Sen kendi kendine hıyanet etme.

Şen şatır gönlüne hicran dolmasın,
Gençliğin gülşeni gamla solmasın.
Neyzen gibi aklın yarda olmasın,
Özründen çok büyük kabahat etme.

Kaynakça: Epigraf

>Deuss Ex Machina # 317 – I Have Moved Into The Shadow

Leave a comment

>Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_317_–_I Have Moved Into The Shadow

20 Eylül 2010 Pazartesi gecesi “canlı” gerçekleştirilmiş programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
>1<-Derdiyoklar-Nem Kaldı (Türküola)
>2<-Rifat Öncel & Dün Bugün Yarın Orkestrası-İşte Geldim Gidiyorum (Sayan Plak)
>3<-Rifat Öncel & Kurtalan Ekspres-Dosta Bizden Selam Olsun (Sayan Plak)
>4<-Zartong-Prosopoée (Dom)
>5<-Zartong-Dzamone (Part 1 & 2) (Dom)
>6<-AutorYno-Kelev (Tzadik)
>7<-AutorYno-Highway To Stertziv (Tzadik)
>8<-Omar Khorshid-Solenzara (Sublime Frequencies)
>9<-Omar Khorshid-Raqset El Fada (Sublime Frequencies)
>10<-Ünlü-O Ve Z Hikayesi 2 (Polygram)
>11<-Ünlü-Zaman (Polygram)
>12<-Cem Karaca & Kardaşlar-Üryan Geldim (Yavuz Plak)

I Have Moved Into The Shadow (317)
Resmin ortaya çıkarttığı bütüne bakmaktan ne zamandır uzağız? Eğriliği bir yana artık derdest edilmiş haleti ruhiyeler tümlemesine doğru seyyahlığımızın son rotasında merkezde açılmış yaralarımızın ne kadar farkındayız? Kendimizi sınırlandırdığımız çevrenin ötesinde kopup duran fırtınaların, herkesin birbiri üzerinde kurmaya çalıştığı baskıların, baskın hallerin farkında mıyız? Olan bitenler kelimenin tüm anlam ve alt okumalarıyla bir felaketi çağrıştırırken daha ne kadar yabanıl kalmaya devam edeceğiz? Kulak vermediğimiz, işitmekten imtina ettiğimiz, yaftalamaların kolaycılığına terk-i diyar ettiğimiz yerleşkelerimizin, yerleşik düzenlerimizin esamesinin ömrünün düzayak bir çılgınlığa baktığı günlere doğru meyil ediyoruz. Ne onu ne bunu yerlerinden etmeyi, ne onun ne bunun fikrinin üzerini tek bir kerede çizmeyi başaramayan muhaliflik nasıl da bu kadar çabuk bir biçimde öncül problemleri görmezden gelebilip ayrışmaya devam ediyor? Herkes birbirinden ağır sözcüklerle ait olduğu kısmın haklılığından dem vuruyor. Dem vurmak bir yana davul zurnayla aidiyetine sahipliliğini duyurmaya taraf olduğunu belirginleştirmeye çalışıyor. Korkutucu olan artık uzaklaşıyoruz, uzlaşmaktan, konuşmaktan, konuştuğumuzu manidar kılmaktan çekiniyoruz. Meram ortak olsa da yer yerinden oynamadan kılını kıpırdatmaktan çekinenlerimiz varolmaya devam ettiği müddetçe aşılmazlıklarımıza her dakikada bir yenisini eklemeye devam edeceğiz. Sürdürdüğümüz inat kaçarımız olmayan sonumuzu da hızlandırıyor. Kinlerin ve ayrıştırmaların tümünü yük olarak taşımaktan yorgun düşmeyen bünyelerimiz artık bu raddeden sonra bir dur diyebilecek kıvama ulaşacak mı? Yeteri kadar canımıza tâk ettiğini, birilerinin ırkçılık ekmeğine daha fazla yağ sürüldüğünü ne zaman gerçekten anlamlandıracağız? Birisini anlamak için cankulağıyla takip ettiğimiz sözcükleri öteki olanlarla kuramamış olmamız bizlerin suçu değil midir? Bağlantılarımızı fişinden ayırarak, sınırlandırılmış yargılarımıza daha fazla sahip çıkmak bugün olduğumuz yüz karası halimizi daha evhen kılmıyor maalesef. Biçimlendirmeleri, öngörüleri, anlamın tüm yönlerini doğru dürüst okumadan salık verilmiş olan “saldırın” komutlarının direktiflerine itimat etmek sadece bu bataklığı daha derin kılıyor. Kesif koku adına demokrasi denilegenin hala bu ülkede o kadar zor ve o kadar da gözükaralıkla sahiplenebildiğini gösteriyor. Muktedirlik taslayana, maskesini bir türlü indirmeyenlerin dünyasında varedilmiş doğrularımızı yükseltemediğimiz müddetçe daha da sert sınavlar bizi bekler, durur görünmekte. Tahlillerin ve analizlerin bolluğu değil bugüne kadar yaşadığımız deneyimler, adını zikretmekten çekinmeyeceğimiz baskılar, yıldırmalar ve linç havasının üzerinden ortaya çıkan parçalanmışlık hissinin onarılmasıdır şu anın sorumluluğu. Öyle ya da böyle birbirimizi bu çarkın içerisinde bir o yana bir bu yana tasnif etmekten, ayrışmaktan, sonunu düşünen kahraman olamazlar zulmüne el verenlerimiz olduğu müddetçe de muasır medeniyet denilegelenin koskoca bir hayalden ibret olarak tozlu defterlerin arasında unutmaya terk edeceğiz. Ya hep beraber ya hiç birimiz bu üstünkörülük dolgulu, deforme edilmeye doyulmayan, manidar çıkarsamaların hemencecik altından sopa sallamayı kesmediğimiz müddetçe bu çok daha açıktır. En can yakıcı biçimde hiç beklenmeyecek kadar hakikatlisinden… [Derman arar olmaktan ne zaman uzaklaşıp, birbirimiz üzerinde baskı kurmaya meyyal olduk? fotokopi meteor yığıntısından alıntılama]

>>>>>Bildirgeç
Siz Hiç Kürt Oldunuz Mu? – Mahmut ALINAK *

Ben yedi yaşında ilkokula başladığım günlerde Kürt oldum. Babam, “Yarın okula başlayacaksın.”dediğinde akşamüzeriydi ve bahardan beri çobanlığını yaptığım dört kuzumu daha yeni ağıla koymuştum.

Sabah güz güneşi köyümüzü ipeksi ışıkları ile donatıp tatlı bir serinlikle okşarken, elimde saman sarısı bir defter, ucu bıçakla sivriltilmiş bir kurşun kalem ve bacağımda rengi solmuş yamalı keten bir pantolonla okulun yolunu tuttum. Bir tavşan sinikliğiyle gittiğim okulu ürpertici bir ölüm soğukluğu sarmıştı. Hepsi benden kıdemli olan ablalar, ağabeyler ve akranım olan çocuklar tedirgin bir sessizlikle bahçede ders zilinin çalmasını bekliyorlardı. Dilber ablam üçüncü sınıf öğrencisiydi, yanına sokulup konuşmak istedim, gözleri korkuyla büyüyerek ağzımı eliyle sımsıkı kapattı. Ben paniklemiş bir halde ondan kurtulmaya çalışırken kulağıma fısıldayarak, “Okulda Kurmanci konuşmak yasak.”dedi. Sözlerim boğazımda düğümlenip kaldı. Zil çalınca sınıfa girdik, boyum kısa olduğu için Dilber ablam beni öndeki sıralardan birine oturttu. İçeride sinek uçsa duyulurdu. Nefesimizi tutarak heykel kımıltısızlığıyla öğretmenin gelmesini bekledik. Bir iki dakika sonra öğretmen geldi. Herkes ayağa kalkınca ben de kalktım. Öğretmen duvarda asılı olan siyah yazı tahtasının önünde durup yüksek sesle bir şey söyledi. Sınıf da hep bir ağızdan bağırarak ona cevap verdi. Öğretmenin, “Günaydın.”dediğini, sınıfın da, “Günaydın.”diye ona karşılık verdiğini sonradan öğrenecektim.

Öğretmen tek kelimesini bilmediğim bir dilde sınıfa bir şeyler söylerken, sıraların arasında gezinen delici bakışları bir an gelip beni buldu. Üstüme dikili o çeliksi bakışların ağırlığı altında kalbim fırtınaya yakalanan sararmış bir sonbahar yaprağı gibi titredi. Konuşması bitince yanıma geldi, üstüme eğilerek defterime sağlı sollu bazı yatay çizgiler çizdi ve el işaretiyle benden aynı şeyleri yapmamı istedi.

Öğle arası eve dönerken Dilber abla, “Okula başladığına göre artık evde ve sokakta Kurmanci konuşma, sadece Tırki konuş.” dedi. Ama ben Kurmanci (Kürtçe) nedir, Tırki (Türkçe) nedir bilmiyordum ki. Evde öğrendiğim, fakat ne olduğunu da bilmediğim bir dille konuşuyordum. Nedenini sorduğumda, “Öğretmen Kurmancı konuşmayı yasakladı.”dedi. Çocuk aklım allak bullak oldu. Artık Türkçe konuşacağıma göre, peki şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi? Adını bile bilmediğim o dilde ne vardı ki öğretmenimiz yasaklamıştı? Dilber ablamın dediği dili bilmiyordum ki konuşayım! Onun evde neden hep kısık bir sesle konuştuğunu, dışarıda ise neden hep bir mezar taşı kadar suskun kaldığını ancak şimdi anlayabiliyordum. Eve gidince şaşkın ve çaresizdim, annemle nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Fısıltıyla konuştuğumda bile bakışlarım korkuyla okulun olduğu tarafa uzanıyordu.

Kabuslarla boğuştuğum birkaç gün sonra bir sabah yataktan kalktığımda hafızamdaki bütün sözcükler silinmişti. Kaç yıldır konuştuğum kendi dilimi unutmuştum, Türkçe ise tek kelime bilmiyordum. Bu haftalarca böyle sürdü, dilimin tutulması kimsenin umurunda olmadı. Aile büyükleri halime gülüp geçerken, öğretmen de Türkçe konuşmam için sık sık dayak atıyordu.

Aylardan herhalde Şubat’tı. Derse daha yeni girmiştik. Öğretmen beni tahtaya kaldırıp bir kitaptan okuduğu bir cümleyi yazmamı istedi. Anlamadığım o cümleyi nasıl yazacağımı bilmeden tebeşir tutan elim donup kaldı. Kafamın içi boşalmıştı sanki, hissettiğim tek şey kulaklarımdaki dizginsiz çınlamalardı. Yazı tahtasının önünde korkudan kaskatı bir şekilde dururken, öğretmenin yanaklarıma peş peşe indirdiği hiddetli tokatlarla sendeleyip arkamdaki tahtaya çaptım. Yüzümü kaplayan ateşin kızgın alevleri dalgalar halinde ayak parmaklarıma doğru yayılırken, öğretmen hıncını alamayıp elinden hiç eksik etmediği çubukla rasgele bana vurmaya başladı. Feryatlarım sınıfın duvarlarında acı acı yankılanırken benden ellerimi açmamı istedi. Tir tir titreyerek bir elimi açtım. Çubuk hınçla elime inince iliklerime kadar işleyen keskin bir ağrıyla iki büklüm olup ateş gibi yanan elimi koltuğumun altına soktum. Öğretmen öfkeyle kükreyerek öteki elimi açmamı istedi. Dayağın dehşetinden dilim damağıma yapışmış bir halde, nefes nefese soluyarak kalp çarpıntıları arasında öbür elimi uzattım. Çubuk tepemde ıslık çalarak kızgın bir şiş gibi bu elimi de dağladı. Sonra ötekini ve böyle sürüp gitti. Küçücük ellerim onca darbeye nasıl dayandı hala inanamıyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen korkunç birkaç dakika sonra ellerim kor gibi yanarak iki yanıma düştüğünde, parmaklarımın ucundan tahta döşemeye yağmur tanecikleri gibi kan damlıyordu.

O gün talihsiz günümüzdü. Öğretmen öğleden sonra kuzenim Rahime’ye Atatürk’ün duvardaki resmini gösterip kim olduğunu sordu. Rahime oturduğu yerden, “Atatürk.” diye cevap verdi. Gel gör ki Atatürk’ün adını ayağa kalkmadan söylediği için, hatırladıkça hala içimizi titreten korkunç bir dayak yedi. Kollarında, omuzlarında, sırtında ve bacaklarında şaklayan çubuk darbeleri altında yürek parçalayan çığlıklarla cıyak cıyak bağırırken, bir taraftan da Kürtçe öğretmene ve Allah’a yalvarıyordu. Kürtçe konuşması öğretmeni büsbütün çileden çıkarmıştı. Vurdukça vuruyordu. Bütün sınıf dehşet içinde bu ürkünç manzarayı seyrederken, Rahime kapıldığı korku ve çelimsiz bedenini dağlayan darbelerin acısıyla altına kaçırdı. Tahta döşemeye boşalan sidik yerde derecikler halinde akarken, zavallı çocuk bir yanardağın ağzından içeri yuvarlanmış gibi acı acı uluyordu.

Akşam okuldan çıkıp eve giderken son sınıf öğrencilerinden komşumuz Yusuf abi yolda kendi kendisi ile konuşur gibi, “Biz Türk değiliz ki, Kürt’üz.” dedi. Kürt mü? O da ne demekti? Kafamda bu soruyla soluğu annemin yanında aldım. Annem ahırda Kürtçe ninniler eşliğinde inek sağıyordu. Şişmiş moraran ellerimi arkama saklayarak kısık bir sesle, “Anne biz kimiz?” diye sordum. Annem bir şey anlamadan boş gözlerle bana baktı. “Anne ben kimim, biz neyiz?” diye sorumu tekrarladım. Annem ineğin memelerini çekiştirmeye devam ederek, “Biz Kürt’üz?” dedi. “Peki ya öğretmen, o nedir?” Annem, “O Türk’tür, ama hepimiz aynıyız.” dedi beni başından savarcasına.

Annemi ahırda bırakıp dışarı çıkarken, körpe aklım cevapsız soruların anaforunda debelenip duruyordu. Annemin dediği gibi hepimiz aynıysak, peki öğretmen dilimizi konuşmayı neden yasaklamıştı? Öğretmenin kafamıza vura vura öğrettiği dille konuşacaksam, şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi peki? Kim icat etmişti o dili? Babam o dili konuştuğumda beni dövmemişti. Peki, öğretmen neden dövüyordu?

Ertesi gün okula gitmedim, kaçtım. Bir hafta kadar samanlıkta saklandım. Gün boyu o buz gibi soğuk samanlıkta saman yığınının içinde titreyerek okulun dağılmasını bekliyordum. Bu kaçak halim öğretmenin babama gönderdiği bir yazıyla ortaya çıktı. Babam kulağımdan tuttuğu gibi beni alıp okula götürdü. O gün de öğretmenden temiz bir dayak yedim.

Böyle dayak yiye yiye sene sonunu getirdik. Hiç unutmam, Haziran ayının yağmurlu bir gününde karnelerimizin verilmesine bir iki gün kala öğretmen beni tahtaya kaldırdı, dayak zoruyla artık çat pat Türkçe öğrenmiştim.

Öğretmenimizin dilimize uyguladığı bu alçaltıcı yasak sene sonunda birçok öğrencide davranış bozukluklarına yol açtı. Bazıları Türklüğe özenip kendilerinden ve dillerinden utanmaya başladılar. Köyün büyükleri her gün ikindi vakti Kürtçe yayın yapan Revan (Ermenistan) radyosunun önüne tüneyip Karapeté Xaço, Aramé Dikran, Meryem Xan gibi sanatçılardan Kürtçe türküler dinlerken, gençler onlara fiyaka yaparcasına sokakta bağıra çağıra Türkçe konuşuyorlardı. Bazılarımız da köyün arkasındaki bayırlarda kuzu otlatırken, radyodan öğrendiğimiz Türkçe türküler söylüyorduk. Böylece büyüklerimize karşı kendimizce üstünlük taslıyorduk. Dilber ablam zedelenmiş bir ruh haliyle Türkçe tek kelime bilmeyen annemle bir yıl kadar hep Türkçe konuşmaya çalıştı. Babam muhtar olduğu için memurlar yaz başlarında yanlarına eşlerini ve çocuklarını alıp bizim eve kuzu yemeye gelirlerdi. Memurların başları açık, kısa etekli eşleri, entarileri topuklarına kadar inen başı bağlı kadınlarımızın giyimlerine ve konuşmalarına kahkahalarla gülüp dalga geçerlerdi. Dilber abla da onları taklit ederek onlar gibi giyinmeye, yürümeye ve konuşmaya çalışırdı. Biz çocuklar, temiz giyimli, parlak, tombul yanaklı o memur çocuklarına çok özenirdik.

İlkokulu kış aylarının zemheri soğuklarında bile her sabah okulun önünde yırtık pırtık keten elbiselerimiz içinde tir tir titreyip, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım…”andını tekrarlayarak bitirdiğimde, çarpım tablosunu hala ezberleyememiştim. Ancak on beş yaşında, ortaokul son sınıfta iken ezberleyebildim. Sonraları bunun nedenini çok düşündüm, meğer “kere” sözcüğünün anlamını bilmiyormuşum. Bu sözcüğün yerine Kürtçe “çar”, Türkçe ise “defa” sözcüğü kullanılsaydı herhalde ilkokulda ezberleyebilecektim.

Lisede Türk arkadaşlar, “Kıro!” diye seslenirlerdi bize. Bu aşağılayıcı söz ruhumuzu örselerdi, ama korkumuzdan bir şey söyleyemezdik. Kırık Türkçe’ mizle dalga geçtiklerinde ise başımızı bir suçlu gibi utançla öne eğerdik.

Üniversitede bindiğimiz otobüslerde arkadaşlarla kendi aramızda Kürtçe konuşurken, hem utandığımız, hem de çekindiğimiz için kulaktan kulağa fısıldayarak konuşurduk.

İlkokulda öğretmenimizin Kürtçe’ye uyguladığı yasak 12 Eylül darbesi zamanında kanunla resmileştirildi. Ağır işkenceler gördüğüm Erzurum Askeri Cezaevi’den serbest bırakılıp eve dönünce, beni görmeye gelen annem ve ablalarım kapının arkasında biri bizi dinliyormuş gibi benimle seslerini kısarak konuştular. Sebebini sorduğumda, “Kenan Evren Kürtçe’ yi yasaklamış.” dediler ürkekçe. Hem ilkokul öğretmenimizin, hem de 12 Eylül cuntacılarının Kürtçe’ ye vurdukları pranganın tarihi geçmişini ancak sonraları bazı kitaplarda 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı okuyunca öğrenebildim.

Kürtçe yasağı beynimize öyle korku salmıştı ki, Türk arkadaşların yanında Kürtçe konuşmaya çekinirdik. 1987’de milletvekili seçildiğimde beni destekleyen bir Türk arkadaşa, “Acaba Meclis’teki odamda Kürtçe konuşursam Türk seçmenlerden tepki alır mıyım?” diye sorma ihtiyacı hissedişim ruh halimizi anlatmaya yeter sanırım.

Bozuk Türkçe’mizle alay edilmesi daha çocukluğumda bilinçaltımı yaraladı. Bu yara elli yıl geçtiği halde kapanmadı. Topluluk önünde Türkçe konuşurken hata yaparım diye hala tedirgin olurum. Yıllarca avukatlık yaptım, mahkemelerde konuşurken hep aynı huzursuzluğu hissettim. Milletvekilliğinde de bu mengeneden kurtulamadım. Nasıl bir şeyse Kürtçe düşünüp Türkçe konuşuyorum; cümleleri kafamın içinde Türkçe’ ye çevirirken sözcükler doğru yerde mi diye hep denetlerim. Bu da kürsüde beni duraksatır, bacaklarımın titremesine neden olur. Bir gün Meclis’te konuşma yaparken, o dönemin milletvekillerinden Eyüp Âşık’ın adı geçti konuşmamın içinde. Milletvekilleri yüzlerinde müstehzi bir gülümsemeyle, “âşık, âşık…” diye aşağıdan laf başladılar. Şaşkınlıkla onlara bakarken, “Ben de aynı şeyi söylüyorum” dedim. Eyüp Âşık adını tekrar etmiştim ki, aşağıda alaycı kahkahalar patladı. Konuşmamı telaş içinde bitirip aşağı indiğimde şaşkınlığım hala üzerimdeydi. Bana neden güldüklerini anlayamamıştım. Sonra düşününce, “âşık” sözcüğündeki a’ yı uzatmadan vurguladığımı fark ettim ve kendi halime güldüm.

Türkçe’de böyle sorunlar yaşarken, peki Kürtçe ile aram çok mu hoş? Ne hazin şey ki, Kürtçe’ yi de gönül rahatlığıyla konuşamıyorum. Bilincim gibi dilim de sakatlandı. O şiddetli asimilasyon altında yıllar yılı Türkçe konuşmak için didinirken, Kürtçe’ den epey uzaklaştım. Kürtçe’yi ancak sınırlı sözcüklerle konuşabiliyorum. Şimdi çarmıhta gibiyim; ne kafama sopalarla vurularak öğretilen Türkçe’ yi, ne de ana dilim Kürtçe’ yi doğru dürüst konuşabiliyorum. Benim bu yaşadıklarımı milyonlarca Kürt çocuğu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

Peki siz? Siz hiç Kürt oldunuz mu? Değil bir ömür, sadece bir hafta Kürt olsaydınız acaba ne hissederdiniz?

* Mahmut ALINAK’ın kaleme aldığı kamuoyuna açık mektup 24 Eylül 2010 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanmıştır. Yazarın ve gazetenin anlayışlarına sığınarak, önemli bir okuma parçası olarak sizlerle paylaşıyoruz.

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Siz Hiç Kürt Oldunuz Mu? – Mahmut ALINAK – Birgün
Siz Hiç Kürt Oldunuz Mu? – Ekşi Sözlük Başlığı Altında Değerlendirmeler
Dilde ‘Mihrak’ Aramak – Akın OLGUN – Birgün Pazar
Pira Siso – Mehmet Şafi EKİNCİ – Jiyan
Mayın Çözüm Olamaz! – Mete ÇUBUKÇU – Radikal 2
Linç Kültürü Ayakta – Radikal
Irkçılık ve Ruh Sağlığı – I – Eleştirel Medya Günlüğü
‘Uyurken Bile Hazıroldayım’ – Mehveş EVİN – Milliyet
‘Birlik Ve Beraberliğe En Çok İhtiyaç Duyduğumuz Şu Günlerde…’ – Ali Ergin DEMİRHAN – Sendika.org
Yeni Demokrasi Manzaraları – Nihal KEMALOĞLU – Akşam
Kin Ve Düşmanlığa Sevk Budur – Serkan OCAK – Radikal
Göç Çocuklarının Durumu Kentli Akranlarından İki Kat Kötü – Zorunlu Göç Raporu 2010 – Bianet
“Hakkari Olayının Failleri ‘İyi Çocuklar’; Sorumluları Bulun” – Berivan TAPAN – Bianet
Tophane’de Bir Fil Dolaşıyor – Nuray SANCAR – Evrensel
Dr. Tolga İSLAM: “Bu Saldırı Mahalleli İçin Mağlubiyetle Sonuçlandı!” – Kürşad OĞUZ – Habertürk
Tophane’ye Hücum! – Sarper DURMUŞ – Ben Sana
Ahtamar Ve Kendi Kendinden Kovulmak – Markar ESAYAN – Taraf
Edward Said Olmak – İbrahim VARLI – Birgün
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri
Barbarlık Eğilimleri ve Sosyalizm Umutları – James PETRAS – BiaMag
Ahlaksızlığın Da Yalancılığın Da Riyakarlığın Da Bir Sınırı Olmalı – Tuncay AKGÜN – LeMan
Her Durumda Yola Devam – Neşe YAŞIN – Birgün
Uyuklayan İktidar – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Utanabilmek Yaralı Onurun Tamiratıdır – Zihni – Sezi-Yorum
Rober KOPTAŞ: “Bu Sözler Yeni Ogünleri Yaratır” – Evrim KEPENEK – Evrensel
Üzüntünü Yiyeyim, Sana Bişey Olmasın – Ümit KIVANÇ – Taraf
Hrant: Hepimize Dokunan O Gizemli Adam – Tûba ÇANDAR / Kaya GENÇ – Radikal Kitap
’35 Milyon Penis, 35 Milyon Vajina, Tek Bir Kafa’ – Extramücadele Röportajı – Pınar ÖĞÜNÇ – Radikal Cumartesi
Ducktails & Dolphins Live – Mersenne – Undomondo

Derdiyoklar Resmi Site
Saykodelik-Folk Derdiyoklar’dan Sorulur! – Özgür – Bizibozmaz.com
Derdiyoklar – Kaan EREN – L’Auriga
Anapop Vol 1: Derdiyoklar – Mersenne – Undomondo.com
Disco Folk’un Kralları Derdiyoklar – Murat MERİÇ – Radikal Cumartesi
Rifat Öncel Başlığı – Ekşi Sözlük
Psych Turkish Funk Pt.2 – Kabus Kerim – Mixcloud
Rifat Öncel – Pop Leblebi – Odeon Müzik
Zartong Informative On Hashishpunk
Zartong / Zartong Album & Details – Mutant Sounds
AutorYno At Myspace
AutorYno At Tzadik
Omar Khorshid
Omar Khorshid At Myspace
Omar Khorshid At Sublime Frequencies
Omar Khorshid – Guitar El Chark: Guitar Of The Orient Album Review – Joe TANGARI – Pitchfork
Ünlü Myspace Sayfası
Ünlü Rüya Video Klibi – Youtube
Cem Karaca İçin Hazırlanan Resmi Site
Cem Karaca Vikipedi Sayfası
Cem Karaca Anatolianrock.com

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – misak[nospam]dinamo[dot]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Untitled By Mats_60
Mats_60′ Flickr Page

>>>>>Poemé
Erken Türkü – Mübera PASİÇ

Buradayım. Sabah tutuşmuş yanıyor
Şaşkınlık otlarında
temiz bir yerde
sessiz bir sesten alınmışım.

Gene buradayım :
Ama yalnızca benim
bir parçam
kuşlara yol gösteriyor.

Otların Tanrıyla
barıştığı sabah
seni bulamayacağım.
Kişisizlikten gelen bu çağrı
bir döngü etrafında
dağıldığına
iyi bir işarettir.

Saçlarımın yükünü indiriyorum.
Dönence yürekleri ıslatıyor
Ses herkesin olsun.
Ama benim gizli bir parçam
kendine yön arıyor.

Kaynakça: Şiir.gen.tr

>Deuss Ex Machina # 315 – Përputhje Mjetet Asnjëherë Duke Na Vjen Keq Për Të Thënë

Leave a comment

>Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_315_–_Përputhje Mjetet Asnjëherë Duke Na Vjen Keq Për Të Thënë

30 Ağustos 2010 Pazartesi gecesi “canlı” gerçekleştirilmiş programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
>1<-Demdike Stare-Bardo Thodol (Modern Love)
>2<-Armonycoma or slt-Kim? (Cem Karaca & Apaşlar – Karacaoğlan) (Music For-Non Musicians)
>3<-Armonycoma or slt-Susuyoruz Hala (Cem Karaca – Suskunluk / Remix) (Music For-Non Musicians)
>4<-No Call 'Recently'-Bobby Sands (Music For-Non Musicians)
>5<-No Call 'Recently'-Georges Perec (Armonycoma or slt Remix) (Music For-Non Musicians)
>6<-ValkyR-Confusion (Pavillion36 Recordings)
>7<-ValkyR-Vents Et Couleurs (Pavillion36 Recordings)
>8<-Cocteau Twins-Seekers Who Are Lovers (Fontana)
>9<-Cocteau Twins-Feet-Like Fins (Fontana)
>10<-Moderat-Rusty Nails (Shackleton Remix) (50 Weapons)
>11<-Modeselektor-A New Error (Headhunter Remix) (50 Weapons)

Përputhje Mjetet Asnjëherë Duke Na Vjen Keq Për Të Thënë (315)
Gidiyoruz tam biçimlendiremediğimiz, kestiremediğimiz bir girdabın merkezine. Tevazuya ne hacet dermansızlık dizboyu; afaki karanlığa teslim olmaya. Makus olarak bellediğimiz ile yanılgılarla ama deneyerek ama tırnakla kazıyarak ulaşmaya çalıştığımız tüm yönergeleri tarumar eden bir düzensizliğe. Meram ortaya çıkan yamukluğa işaret etmek. Ama küçük ama büyük sıkıntılarımızın odağından uzaklaştıkça, laf ebeliğinin gani gani deryasında mahpusluğumuz sürmeye devam edecek. Neye ulaşmaya çalışıyorduk, şimdi neleri tartışa duruyoruz. Nasıl bu kadar çabuk bir biçimde yaftalarımızın esiri olmaya teşne olabiliyoruz? Öfke patlamasının tenzilata dahil olmuş ürünler gibi hızlıca tüketildiği, konuşmaların tonunun hır gür çıkartmaktan gayrısına tebelleş olmadığı ahir zamanın ortamında seçimlerimiz bizleri o karanlıktan uzak tutmaya devam edecek, ya da herşey tükenecek. Algılamak durumunda olduğumuz ötekisi olarak tanımlandırmaya coşarak, koşarak, dizginlenemez bir tahammülsüzlükle koşar adım gittiğimiz yörüngelerin aslında şimdiyi unutmaktan gayrısına, sırayı savmaktan başkasına yol açmayacağı afakidir. Ütopyaların gerçekleştirilebilir olduğunu unuttuğumuz anlardan bu yana giderek daha fazla sinizme teslim olduğumuz bir aralık bu güz. Sinmekten, sindirilmekten, dediğimizi anlamlandırabilir kılmak mecburiyetinde zamanı heba etmekten, kendimize iyilik yapmaktan uzakta kalmaya devam ettiğimiz sürece korku duvarlarımız şekillenmeye, yükselmeye o sınırlarını korumaya çok hevesli olduğumuz bakir alanlarımızı donatmaya devam edecek. Herkes muktedir, herkes tuttuğunu ezip susturmanın yollarını aradığı şimdilerin haşinliğinde hiçbir parlak zeka ürünü çıkarsama o sonsuz boşluğu daha korkunç kılamaz. Kılmayacaktır. Yarıda bırakılan, yarım konulan her teşebbüsün karşısına taraf ol, bizden ol ya da bertaraf ol demek bile en hafif tabirle vurdumduymazlığın tâ kendisidir. Ya bendensin ya kara toprağın ezcümlesiyle. Anlaşılabilir kaygıları paylaşmak, sözcüklerin arasında saklı duran gizli kinlenmeleri aşabilmek, her an istim üzerinden beklemekten ve hep daha sonrasında neler olacak, kara günler kapımızı çalacak, malum olan gerçekleşecek, daha neler neler başımıza gelecek demekten daha yeğdir, evladır. Fahri sünnetçilikten, sıradan faşistlikle beraber sirayet etmiş olan çiçek! hastalığından kurtulabilmemizin gerekliliğini ise sizlerin takdirlerine bırakıyoruz. Fikirlerini paylaşırken üzerine yumurta atılmamasıdır. Taşı ele almak için kendi günahlarımızı tartıp biçtiğimiz, lafımızı sonuna kadar kullanmaktan ayrısını düşünmediğimiz bir zeminin tasvirdir bize lazım olan. Orada burada kim astırırsa astırsın demekten gocunmamız gereken tespit böcüğü hazımsızlıkları, gecekondu afişleri en çok ben bilirimciliği terk etmemiz de ivedilikle gerekmektedir. Hasılı kelam “demokrasi” dediğimizin salt ehil olduklarına inanmamız mecbur kılınanlarca değil halk tarafından da icra edilebileceğini idrak ettiğimiz, başkalarına da idrak ettirip yol katedebildiğimiz bir düzlem o korkulan hüzün dolu girdabın eşiğinden döndürecektir. Hepimizi, her bir bireyi. Bugünün dünyasında görünmek zorunda hissettiğimiz, kendimize yakıştırır bulduğumuz şablonları yıkmaktan imtina edersek, doğruluğundan zerre şüphe duymadığımız hakikatlerin üzerine ölü toprağı serpmekten artık kurtulamazsak klişeler yığıntısı olarak sonsuzluğa ulaşacağız. Kaybolacağız, kaybedeceğiz. Durumun tevazu taşır, kolay kılınır bir yönelişimi, ipucu taşımıyor olduğunu göz önünde bulundurursak şimdi değilse ne zaman hakikatlerimizi yeniden şekillendirmeye başlayacağız? Birbirimizi anlamak için efor sarf edeceğiz ya da gizli öznelerde saklı tutulan çemkirmelerle yitirmeye devam edeceğiz? Giriftleşen resmin figüranları olmaktansa aklımızı başımıza devşirip suskunluğumuzu gidermenin zamanı gelmedi mi? Zincirleme düşünceler için bkz. Cem Karaca’dan halimiz pür mealimiz kıssası; susmuştuk / susamıştık / suya gitmiştik suya / suyu aradık / suyu bulduk / suyu tutmak istedik / suyun başı tutulmuştu / ooy ninem oy / suya gittik / susuz geldik / susuyoruz hala..

>>>>>Bildirgeç

Siyaset Solgunlaşırken – Yaşar ÇABUKLU*

II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem temsili siyasal sistemin toplumda tahrip edici kutuplaşmalar yaratmayacak biçimde yeniden düzenlenmesine tanık oldu. Devlet, sanayi ve sendikalaşmış emek arasında bir tür uzlaşmaya dayalı korporatist bir rejim kuruldu. Hirst ve Thompson’ın da belirttikleri gibi tam istihdam ve sürekli ekonomik büyümenin vurgulandığı bu dönemde devlet sağlık, eğitim, sosyal güvenlik vb. alanlarda tek tip ulusal hizmetlerin sağlanmasında belirleyici bir rol oynadı. Kol emeğinin ağırlıkta olduğu büyük çaplı üretim işçi sınıfının sendikaları ve partileri aracılığıyla sosyal refah politikalarını etkileyebilmesine imkân sağladı.

1960’lardan itibaren zihinsel emeğin kol emeği aleyhine büyümesiyle birlikte hizmet sektöründe yoğunlaşan ve ifadesini “yeni toplumsal hareketler” içinde bulan yeni bir sosyal muhalefet gelişti. Aynı süreç içinde merkezi, bürokratik yapılara sahip siyasi partiler gitgide temsili işlevlerini yitirmeye başladılar. İktidar, devletten toplumu bir ağ gibi sarmış kurumlara doğru yayılmaya başladı. İktidarın görece yataylaşarak tüm özel alanlara nüfuz etmesi devlet odaklı alışılagelmiş siyaset anlayışının zayıflamasını ve muhalefetin mikro politikalar çerçevesinde yeniden yapılanmasını beraberinde getirdi. Makro ve mikro düzeyde siyasetin güç kaybetmesi ise 1980’lerden itibaren gerçekleşmeye başlayacaktır. Özellikle 1980’lerin sonundan başlayarak, enformasyonun ve iletişimin küreselleşmeye bağlı hızlı gelişimi sonucu siyasal alan tarihte hiç görülmedik ölçüde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

Küreselleşme ulus-devletin, ulusun, ulusal pazarın ve ideolojilerin, ulusal siyasi birliğin, ulusal egemenliğin, ulusal coğrafyanın büyük ölçüde önemini kaybetmesini beraberinde getirmiştir. Postmodern koşulların ortak ulusal bir tarih bilincini ortadan kaldırmasına paralel olarak ulusal bir uzlaşma üzerine temellenen toplum sözleşmesi de varlık koşullarını yitirmiştir. Guéhenno’nun da belirttiği gibi yurttaşların temsili temelde onay verdikleri yasalarla bağlı kurumlara duydukları inanç silinip gitmiştir. Genel çıkar, kamusal yarar, toplumsal dayanışma, ortak yazgı duygusu ortadan kalkmıştır. Atomize olan, sonsuza dek farklılaşan, anlık durumlara verdiği tepkilerden ibaret hale gelen toplum öte yandan da piyasanın türdeşleştirici gücü tarafından tek tipleştirilmektedir. Bu bağlamda artık eskinin katılımcı, sorumluluk sahibi yurttaşı ortadan kalmıştır.

Ulusal ekonomik ve politik tercihkerin küresel ekonomik / politik güçler tarafından etkisizleştirildiği, küresel sermayenin temsili kurumları devre dışı bırakarak ulusal devletlere kendi kararlarını empoze ettiği bir dönemde güçten düşen ulus-devlet daha önceden ulusuna karşı girdiği sosyal, ekonomik, hukuksal angajmanlardan kurtulmaya çalışmaktadır. Devlet ulusal temelde kültürel ve ideolojik homojenlik sağlama yükümlülüğünden kurtulmuş, bu tür işlevlerini piyasa güçlerine devretmiştir. Küresel deregülasyon politikalarının sosyal reform uygulamalarını dışlaması nedeniyle işçi haklarını öne çıkaran sosyal korumacı politikalar son bulmuştur. Örgütlü emeğin ekonomik ve siyasal gücünün azalmasıyla birlikte sosyal demokrat partiler küresel kaptializmin taleplerine cevap verebilmek amacıyla siyasal merkeze yaklaşmışlardır.

Bu gelişmelere karşın ulus-devletin artık bir işlevinin kalmadığını söylemek doğru olmaz. Sermayenin, paranın, malların ulus-ötesi bir hareketlilik kazanmasına karşın nüfus ve emek gücü görece durağandır. İşte devletin yeni işlevi bu nüfusu, özellikle de göçmenlerden ve işsizlerden oluşan “tekinsiz” nüfusu disiplin ve kontrol altında tutmaktır. Öte yandan seçilmiş, temsili kurumların artık gerçek iktidar merkezini oluşturmamalarına karşın genel toplumsal çıkarın bu alanda ifade bulduğu yalanı sistemce sürdürülmek zorundadır. Baurdillard’ın “gizli teknik işsizlik durumundaki paralel mikro toplum” olarak tanımladığı siyasetçi kesimi geneli temsil etme konumuna sahip yegâne toplumsal grup olarak kolektif algıları profesyonelce örgütler ve idare eder. Siyasetçi bunu yaparken medya kanalından geçmek zorundadır. Böylece siyaset medyatize olur ve sanal bir nitelik kazanır. Televizyonun ritmi siyasetin ritmini belirlemeye başlar. Her hafta değişen gündem silsilesi içinde tartışmalar ilke ve ideolojiler çerçevesinde gelişmek yerine izole edilmiş durumlar içine hapsolur. Sorunlar ayrıntılarından koparılarak birkaç cümlelik özetler halinde, izleyicinin basitçe algılayabileceği biçimde sunulur.

Postmodern toplumda seçmenler / izleyiciler politikaya ve politik kesime olan inançlarını ve saygılarını yitirmelerine karşın olan biteni bir gösteri izliyormuşçasına seyrederler. Bu bağlamda politik sahne keyif kültürünün bir parçası olup çıkar. Yolsuzluklar politik sınıfın içinden birkaç kurban verilerek sistemin aklanmasıyla sonuçlanır. Siyasi kesimin bozulmuşluğu karşısında adli kesimin dürüstlüğü söylencesi yaygınlaştırılarak göstermelik temizlik operasyonları yapılır. Aslında devletin bu iki kesimi hiçbir zaman gerçek anlamda bir çatışmaya girmediği gibi siyasilere ödetilen bedel de tamamen danışıklı dövüşün sonucudur. Yolsuzlukların göstermelik olarak ortaya çıkarılmasının yanı sıra seçmen vicdanını rahatlatan bir diğer olgu da seçimlerdir. Yolsuzluklardan yararlanan da seçimleri finanse eden sermayedir ve sermaye her zaman kara paraya ilişkilidir. Seçimler yolsuzluk yapma hakkını kullanacakların -seçmenin onayıyla- sıraya sokulmasına hizmet eder.

Siyasetle ilgili önemli bir yanılgı da küreselleşmenin demokrasiyi geliştireceği yönündedir. Oysa piyasanın ve mali sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlamına gelen kürselleşme insan hakları, özgürlükler, demokrasi vb değerleri temsil eden evrensellikle çelişir. Küresel iktidarın sahipleri tam bir keyfiyet içinde yorumladıkları evrensel değerler adına dünyanın herhangi bir bölgesine askeri müdahale düzenleme hakkını kendilerinde buluyorlar. Öte yandan çevre ülkelere dayatılan küreselci ekonomik politik işsizliği ve yoksulluğu arttırıp sosyal patlamalara neden olduğu aşikar iken küresel güçlerce bu ülkelere özgürlükleri güvence altına alan bir demokrasinin önerileceğini düşünmek naiflik olur. Kendi demokrasisinde bireysel özgürlükleri ciddi ölçüde kısıtlanmış olan Batı’nın çevre ülkelere önerebileceği demokrasi olsa olsa çoğunluğun çalışma, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik vb haklarının yok edildiği, bireysel özgürlüklerin orta sınıfın düzenli tüketicilerinin kullanımına yönelik olarak düzenlendiği formel bir demokrasidir. Virgül Dergisi – Kasım 2001 – Sayı:45

* Yaşar ÇABUKLU’nun Siyaset Solgunlaşırken makalesi Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset derlemesinden (Kanat Kitap) sayfalar 97-100’den alıntılanmıştır.

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
‘Yolda Yürürken Aramızda 15, 20 Metre Mesafe Kalsın…’ – Ömer FARUK – Radikal
Demokrasinin Olağanlaşmasında Yeni Bir Eşik – Ahmet İNSEL – Birikim
Bir Otuz Yıl Daha Geçse – Okay GÖNENSİN – Vatan
Hayal İle Hayalet – Umur TALU – Habertürk
Anayasa Referendumu??? – Gündüz VASSAF – Radikal
Evet Mi Hayır Mı? – Yücel SAYMAN – Evrensel
Dönüp Pisliğinize Bakın, Yüzünüz Varsa Utanın! – Hafızanın Tarihi – Evrensel / Kronik Muhalif
Ülkenin En Kara Günleri – Nazım ALPMAN – Birgün
Benim Oyum Evet Değil – Onur CAYMAZ – Bianet
Ve İşte Bu Yüzden… Hayır! – Ece TEMELKURAN – Habertürk
Bir Referandum Kolajı – Mesut ODMAN – Sol.org.tr
Alın Da Başınıza Çalın Elitistliği – Onur CAYMAZ – Birgün
Sebahat Tuncel: İki Kötüyü Seçmek Zorunda Değiliz – Emre DURSUN – Kronik Muhalif
Barışın Dili – Mithat SANCAR – Taraf
Hepsi Diyarbakır Cezaevi’nde Yaşandı Netekim… – Ahmet ŞIK – Habervesaire
Başbakana Diyarbakır Cezaevi Mektubu – Celalettin CAN – Bianet
Türkali: Özgürlükten Yana Tüm Kesimler Boykot Etmeli – Kronik Muhalif
Ali Nesin Neden “Evet” Dediğini Açıkladı – Sol.org.tr
Düşünce Ve Eylem – Murat BELGE – Taraf
Cemil Çicek’in İnsanlığı Tamamen İflas Etti! – Atılım – Kronik Muhalif
Sapla Saman – Aris NALCI – Radikal 2
İktidar Hrant Dink’in Onurundan Daha Mı Kıymetli Be Ali Abi? – Nedim ŞENER – Posta
55 Yıl Sonra 6-7 Eylül Olayları – Nazlı DOĞUOĞLU ESMER – BiaMag
MedyaKronik – Birinci Sayfa III – Kronik Muhalif
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri
Toplu Görüşmeler Bitti… Şaka Gibi… – Zeynel Abidin KAPLAN – Sendika.org
Dünya UPS’ye Direniyor! – Alınteri.net
Temelkuran ve Mert’den Albayrak’a Destek – Günlük
Gaudium In Veritate (Çıkartma) – İç Mihrak
Refarandum Yazısı – Uçanbalık
‘Ya Sev Ya Terk Et’ – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Sıralandırmalar Üzerine – Afşin KUM – Afili Filintalar
Zola Jesus – Yiğit A. – 13Melek

Demdike Stare At Myspace
Demdike Stare At Twitter
Demdike Stare At Blogger
Demdike Stare – Liberation Through Hearing Album Review – Todd L. Burns – Resident Advisor
Demdike Stare Live At The Bunker NYC Public Assembly – Youtube
Armonycoma or slt Myspace Sayfası
Armonycoma or slt Bandcamp Sayfası
Armonycoma or slt Twitter Sayfası
No Call ‘Recently’ Bandcamp Sayfası
No Call ‘Recently’ – Haymatlos / Çağrışımları Üzerine Deneme – Brandon – Amme Hizmeti
No Call ‘Recently’ – Haymatlos Yayında – Music For Non-Musicians Myspace Sayfası
ValkyR At Myspace
ValkyR At Youtube
ValkyR – Raping Dolls Mix Via Soundcloud
ValkyR At Pavillion36 Recordings
Cocteau Twins Official
Cocteau Twins At Myspace
Cocteau Twins At 4AD

Cocteau Twins – Otherness EP Informative On Wikipedia
Moderat Official At BPitch Control
Moderat At Myspace
Modeselektor At Myspace
50 Weapons Of Choice # 2-9 Informative On Boomkat
Shackleton At Resident Advisor
Shackleton’s Special Live Farewell Mix For Mary Anne Hobbs’ Experimental – Dubstepforum
Shackleton Live At Sonar’08 Via Mary Anne Hobbs’ Youtube Channel
Headhunter At Myspace
Headhunter At Blogger

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – misak[nospam]dinamo[dot]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Holocaust Memorial Berlin – Chrisps
Chrisps’ Flickr Page

>>>>>Poemé
Yoksulların Ölümü – Charles BAUDELAIRE

Ölüm, avutan da -ne çare ki- yaşatan da;
Hayatın sonu; yine de tek ümit, tek güven;
Bizi bir iksir gibi kavrayan, sarhoş eden;
Karda kışta, boralar, tipiler arasında.

Akşamlara kadar didinmek gücünü veren;
Parıldayan tek ışık, kapkaranlık dünyada;
Dört kitabın yazdığı o koskocaman handa
Mümkün artık doyup, dinlenip uyuyabilmen.

Sihirli parmaklarla, üstüne titreyerek,
Uykuların en güzelini getiren melek;
Yoksulun, çıplağın yatağını yapan eller.

Tılsımlı ambar; tanrıların şerefi, şanı;
Yoksulun dağarcığı ve en eski vatanı;
Bilinmedik göklere açılan tâk-ı zafer.

Çeviri: Orhan Veli KANIK
Kaynakça: Şiir.gen.tr

>Deuss Ex Machina # 298 – Fragments On Speed, Slowless And Commemoration For Our Past

Leave a comment

>

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_298_–_Fragments On Speed, Slowless And Commemoration For Our Past

26 Nisan 2010 Pazartesi gecesi “canlı” yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
>1<-Kabus Kerim-Ney’im Var (Feat. Masut) (Ruffmix) (MP3 / Bağımsız Yayın)
>2<-Sadece Bu Yeterli Değil-Kıyma Makinesi (Türkçe) (Music For Non Musicians)
>3<-Sadece Bu Yeterli Değil-Plasenta (Music For Non-Musicians)
>4<-Shackleton-Something Has Got To Give (Perlon)
>5<-Shackleton-Let Go (Perlon)
>6<-Muslimgauze-Jar Of Salahuddin (Staalplaat)
>7<-Muslimgauze-Turn Onto Hezbollah Digital Radio (Staalplaat)
>8<-Fedayi Pacha-Baghdad Bahnhof (Hammerbass)
>9<-Fedayi Pacha-Space Bedouin (Hammerbass)
>10<-Omar Souleyman-Kaset Hanzal (Sublime Frequencies)
>11<-Mos Def-Supermagic (Downtown Music)
>12<-Selda Bağcan-İnce İnce (Türküola / Finders Keepers Records)
>13<-Selda Bağcan ve Kardaşlar-Nem Kaldı (Türküola / Finders Keepers Records)
>14<-Bandista-Birinci Rollama (Opzzz! Oppa Tzupa Zound Zystem)

Download Episode # 298 İndir

Fragments On Speed, Slowless And Commemoration For Our Past (298) – Kendinden Sakındığını Sandığın Kesitler, Belirsiz Bir Fragmanın Detaylarını Örseleyen, Unuttuğunu Varsaydığın Nice Değerlerini Yâd Ettiren, Unuttuğun Direnişi Tekrardan Tesis Ettiren Bir Aracılık Gösterir. Sonuna Kadar Gidememiş Olsak Da Fragmanın Canlandırdığı Her Bir Karede Şimdinin Tezatlıklarını, Hatalarını Görebilmek Mümkündür. Öyleyse Neden Yarın Başka Bir Dünya Olmasın! Neden Her Durumda Hezeyan Bekleyenlerin, Ellerini Avuçlarını Ovuşturanların Ütopya Onlar Dedikleri Gerçek Olmasın! Neden Ütopyalarımız Bu Kubbede Baki Kalacak En Sahici Hikayemize Dönüşmesin! (İçimizdeki Kıvılcımlar, Ümitler Pare Pare Fasikül 3. Sayfa 1)

>>>>>Bildirgeç
Kontrol Toplumları Üzerine Dipnotlar – Gilles DELEUZE *

Foucault “disiplin toplumları”nın on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda görüldüğünü ve yirminci yüzyılın başında en yüksek noktalarına ulaştığını söylemektedir. Bu toplumlar, sonu gelmeyen kuşatılmış alanların organizasyonunu öngörürler. Birey, hiçbir zaman, her birinin kendine özgü kuralları olan bir kapalı alandan bir diğer kapalı alana geçmekten kurtulamaz; ilk önce aile; daha sonra okul (“artık ailenizde değilsiniz”); sonra kışla (“artık okulda değilsiniz”); sonra fabrika; zaman zaman hastane; muhtemelen hapishane; kuşatılmış çevrenin egemen örneği.

Foucault, özellikle, fabrika örneğinde çok belirgin olan bir ideal kuşatılmıi alanlar projesinin parlak bir analizini yapmıştır: toplamak, alana dağıtmak, zamanında emretmek; alan-zaman boyutlarında bileşenlerinin gücünün toplamından daha büyük bir üretim gücü oluşturmak. Ancak Foucault bu modelin geçiciliğini de fark etmişti: hedef ve fonksiyonları oldukça farklı (üretimi organize etmektense vergi toplamak, yaşamı yönetmektense karar vermek) olan hükümdarlık toplumlarının devamıdır ve geçiş zaman içinde gerçekleşmiştir; Napoleon da bu bir toplumdan diğer topluma geniş çapta geçişi etkilemiş gözükmektedir. Buna karşılık, disiplinler de, zamanla yavaş yavaş kurumlaşan ve II. Dünya Savaşı sonunda yükselen yeni güçlerden avantaj sağlamak adına krize girmişlerdir: disiplin toplumları artık olmadığımız, gereide bıraktığımız bir olgudur.

Bütün kuşatılmış çevrelerle (hapishane, hastane, fabrika, eğitim, mesleki, aile) ilgili genel bir kriz içindeyiz. Aile “iç alan”dır. ve diğer tüm iç alanlar gibi eğitim, mesleki vb., kriz içindedir. Yönetimler sürekli olarak sözüm ona gerekli yeni iyileştirme programlarını işlerliğe koymaktadırlar: okulları iyileştirmek, endüstriyi iyileştirmek, hastaneleri, askeri güçleri, hapishaneleri. Ancak, herkes bu kurumların artık bittiğini bilmektedir, sona etme tarihleri ne kadar uzakta olursa olsun. Artık bütün mesele son ayinlerini yönetmek ve kapıyı çalan yeni güçler devralana kadar çalışanların işlerini devam ettirmektedir.

Disiplin toplumların yerini alacak olan bu yeni oluşumlar “kontrol toplumları”dır. Burroughs, Foucault’nun yakın geleceğimiz olarak tanımladığı bu yeni canavarın ismi için “Kontrol”u önermişti. Paul Virilio da, sürekli olarak, kapalı sistemlerin zaman dilimleri içinde işlev gören eski disiplinlerin yerini alan yüzer-gezer kontrolün aşırı hızla değişen formatlarının analizini yapmaktadır. Bu noktada, yeni sisteme girmek üzere düzenlenmiş olmalarına rağmen, olağanüstü farmasötik üretimlere, moleküler mühendisliğe, genetik uyarlamalara başvurmaya gerek yoktur. Hangisinin en sıkı rejim olduğunu sorgulmaya da gerek yoktur çünkü her biri içlerinde bir diğerine karşı koyan özgürleştirici ve esir alıcı güçler barındırmaktadır. Mesela, kuşatılmış çevre olan hastane krizinde semt klinikleri, düşkünler yurtları ve kreşler yeni özgürlüğü temsil ediyor olabilirler; öte yandan en acımasız hapishanelere eş değerde kontrol mekanizmalarının parçası da olabilirler. Korkmak ve umut etmek için bir sebep yok; yalnızca yeni silahlar bulmamız gerekiyor.

Bireyin içinden geçtiği çeşitli gözaltı alanları birbirinden bağımsız değişkenlerdir; her seferinde sıfırdan başlamak zorundayız ve her ne kadar varolan tüm bu alanların ortak bir dili olsa da, bu benzeşmedir. Öte yandan, çeşitli kontrol mekanizmaları ayrılmaz değişkenlerdir ve nümerik (ikili olması gerekmiyor) dile sahip, değişken geometrik bir sistem oluştururlar. Kuşatılmış alanlar kalıplardır, kesin dökümlerdir; öte yandan kontrol sistemleri modülasyondur; bir andan diğerine sürekli değişen, kendi kendini deforme eden kalıplar veya delikleri bir noktadan diğer noktaya değişen bir elek gibi.

Bu nokta maaşlar konusunda çok belirgindir: fabrika, en yükseği üretimde, en düşüğü maaşlarda olmak üzere iç güçlerini dengede tutan bir kurumdu. Kontrol toplumunda ise, fabrikanın yerini bir ruh, hava olan şirketler aldı. Fabrika zaten prim sistemi ile tanışmıştı ancak şirket her maaşın değişken koşullara göre ayarlanması yönünde bir sistemi oturtmaya çalışmaktadır. Bu, yarışmalarla, kendini ispat gerektiren konularla ve son derece komik grup seansları ile sağlanan kesintiyle uğramaksızın yayılan durumlardır. Dünyanın en aptal televizyon programları bu kadar başarılı ise, şirket durumlarını büyük bir doğrulukla yansıttıkları içindir.

Fabrika bireyleri patronun çifte avanatajına olacak şekilde tek vücut olarak oluşturmuşlardır; patron da hem kitle içindeki her bir elemanı, hem de kitle direnişini harekete geçiren sendikaları gözlem altında tutmaktadır. Öte yandan şirket en küstah düşmanlığı, rekabetin sağlıklı bir formu, bireyleri birbirine karşıt hale getiren, her birinin içine işleyen ve her birini içten bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. Değişken “liyakat karşılığı maaş” sistemi ulusal eğitim de kanına girmekte gecikmedi. Nasıl ki şirket, fabrikanın yerini aldıysa; “yaşam boyu eğitim” de okulun yerini almıştır ki bu da, okulu şirketleştirmenin en kesin yoludur.

Disiplin toplumlarında, birey her zaman sıfırdan (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya) başlamak durumundaydı; öte yandan kontrol toplumlarında birey hiçbir şey ile bağlarını kopartamaz; şirket, eğitim sistemi, askeri güçler; hepsi birbirinin içinde varolan yayılarak durumlardır; tek ve aynı modülasyonun parçalarıdır, evrensel bir deformasyon sistemi gibi. “Dava” romanında Kafka, kendisini iki ayrı sosyal sistemin eksenine oturtarak en korkutucu sistemi anlatmaya çalışmıştı. Disiplin toplumlarının görünür aklanması (iki hapis dönemi arasında) ve kontrol toplumlarının limitsiz ertelenmeleri (sürekli değişim içinde) adli sistemin iki çok değişik görüntüsüdür ve adli sistemimiz duraksama ve ertelemeler içindeyse, kendisi de kriz içinde olduğundan, bizim bir sistemi bırakıp, diğerine girmek üzere olduğumuzdandır.

Disiplin toplumları iki kutupludur; bireyi tanımlayan “imza” ve kitle içindeki pozisyonunu gösteren numaralama sistemi veya numara. Bu durum, disiplin toplumlarının ikisi arasında bir çelişki görmemiş olmasından ileri gelmektedir. Ayrıca güç hem bireyselleştirir, hem de kitleselleştirir; yani üzerinde güç kullandığı bireyleri kitle oluşturmaya zorlarken, o kitlenin içindeki bireyselliği de şekillendirir. (Foucault bu çifte saldırının başlangıcını papazların pastoral gücünde görmüştür, sürü ve sürünün her bir hayvanı. Ancak sivil güç, dönüşümlü olarak hareket eder, başka bir deyişle kendini “papaz” yerine koyar.

Buna karşın kontrol toplumlarında önemli olan imza veya numara değildir; önemli olan artık “kod”dur: disiplin toplumları parolalarla regüle edilirken (entegrasyonda olduğu kadar direnişte de), kontrol toplumlarında kod bir şifredir. Kontrolün nümerik dili bilgiye ulaşıma izin veren veya reddeden kodlardan oluşur. Biz artık kitleler veya bireylerle uğraşmak durumunda değiliz. Bireyler bölünebilir hale gelmiş, kitleler ise örneklere, veriye, pazarlara ve bankalara dönüşmüştür. Belki de bu iki toplum arasındaki farklılıkları en iyi tarif eden para kavramıdır; disiplin toplumları her zaman için altını nümerik standart olarak sabitleyen basılı parayı referans alırken kontrol toplumları bir takım standart kurlarla ayarlanan yüzer dolar kurları ile kendilerini ilişkilendirmektedirler.

Eski finansal köstebek, kuşatılmış alanların hayvanı iken kontrol toplumlarının hayvanı yılandır. Yaşadığımız sistem içinde bir hayvandan diğerine, köstebekten ytılana geçerken aynı şeyi yaşam tarzımızda ve diğerleri ile olan ilişkilerimizde de yaşıyoruz. Disiplin toplumunun insanı, enerjinin kesintili üreticisiyken kontrol adamı dalga halindedir, sürekli yörünge ve network içindedir. Eski sporlar’ın yerini artık her yerde ‘surf’ almış durumda.

Bu teknolojik evrim kesinlikle, çok daha derin ve etkileyici bir biçimde, kapitalizmin dönüşüme uğramış şeklidir. Bu hali hazırda çok iyi bilinen veya en azından tanıdık olan dönüşüm şu şekilde özetlenebilir: on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmi üretim ve mülkiyet açılarında toplama kapitalizmidir. Dolayısıyla, kapitalist üretim güçlerinin ve aşamalı bir şekilde, benzer yoldan diğer alanların da (işçinin evi, okul) sahibi olarak, kuşatılmış alanlar olan fabrikalar kurar. Pazarlar ise zaman zaman uzmanlaşma, zaman zaman kolonileşme, bazen de üretim maliyetleri düşürülerek fethedilir.

Günümüzde ise, kapitalizm artık üretim ile ilgili değildir; tekstil, metalürji, ve petrol gibi kompleks üretimler bile üçüncü dünya ülkelerine havale edilmiştir. Günümüz kapitalist sistemi artık yüksek düzen üretimlerin kapitalizmidir. Artık ham madde almamakta ve bitmiş mamul satılmamaktadır: bitmiş mamul veya birleştirilmiş parçaları satın almaktadır. Satmak istediği şey servisler, almak istediği ise hisse senetleridir. Üretimin değil, mamülün kapitalizmidir; başka bir deyişle, satılan veya pazarlanan için vardır. Esas olarak dağıtıcıdır ve fabrika yerini şirkete bırakmıştır.

Aile, okul, askeriye, fabrika artık mal sahibinde birleşen, benzer bağımsız alanlar devlet veya özel –değildir; sahip oldukları şey sadece hisse senedi olan tek şirketin deforme edilebilen ve iletilebilen kodlu figürleridir. Sanat bile bankaların açık devrelerine girebilmek için kuşatılmış alanları terk etmiştir. Günümüzde pazarın zaptedilmesi ise artık disiplin eğitimlerindense kontrolü ele geçirmekle, maliyetleri düşürmektense döviz kurlarını sabitlemekle, üretimde ihtisaslaşmaktansa mamülü dönüştürmekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla, yozlaşma yeni bir güç elde ediyor.

Pazarlama, şirketlerin ruhu haline geldi. Şirketlerin ruhu olduğu öğretildi bize ki bu, dünyadaki en ürkütücü haberdi. Artık pazarların yönetimi, hem sosyal kontrol enstrümanı haline geldi, hem de yeni sahiplerimizin arsız soylarını şekillendiriyor.

Kontrol mekanizması görüşü, açık bir çevrede her hangi bir elemanın yerinin bulunması (barınaktaki hayvan veya şirketteki insan olsun, elektrikli tasma takmışcasına) bilim kurgu kavramı olmak zorunda değil artık. Artık yeni bir toplumsal dönemin başındayız ve terk etmeye yüz tuttuğumuz disiplin toplumlarındaki bir çok şey yerini kontrol toplumlarının elemanlarına bırakıyor. Hapishane sisteminde, en azından ufak çaplı suçlar için ikame cezalar bulmaya çalışıyoruz ve hükümlüyü günün belli saatlerinde yakasındaki elektronik tasması ile evde bulunmaya zorluyoruz. Okul sistemi için: sürekli kontrol formları uyguluyor ve yaşam boyu eğitimin, tüm üniversite araştırmalarını terk edilerek şirketleşme kavramının okulların her kademesinde uygulamaya konuluyor.

Hastane sistemi için “doktorsuz ve hastasız” sloganı ile potansiyel hastaları ve risk grubunda olanları ayıran yeni ilaç bireyin varlığına tanıklık etmektense kontrol edilecek olan bireyi veya nümerik bedeni yedekliyor. Bunlar çok ufak örnekler ancak kurumların krizlerini gelişerek yaygın bir şekilde uygulanmaya konulan yeni egemen sistemi daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.

En önemli sorulardan biri de bu sistem içinde sendikaların yetersizliği, uygunsuzluğu ile ilgili olacak: disiplinlere karşı veya kuşatılmış alanlar içinde verdikleri bütün mücadelelerinin geçmişine bağlı kalarak kendilerini yeni koşullara adapte mi edecekler yoksa kontrol toplumlarına karşı oluşan yeni direnişe şekillerine yol mu verecekler mi? Birçok genç insan garip bir şekilde “motive olduklarından” gurur duyuyorlar ve sürekli olarak stajyerlik ile yaşam boyu eğitim talep ediyorlar. Kendilerinden önceki kuşakların, çeşitli güçlüklerle, disiplinlerin nihai noktasını keşfettikleri gibi, onların da neye hizmet ettirildiklerini bulmaları onlara kalmış. Yılanın kıvrımları köstebek yuvasının deliklerinden çok daha karmaşık.

L’Autre Journal Dergisinin Mayıs’90 tarihli 1. Sayısında yayınlanmış olan “Post-scriptum sur les sociétés de contrôle” makalesinin Figen KAYRALCI tarafından Trendsetter Dergisi Akıl Fikir bölümünde yayınlanmış olan çevrisinden aktarılmıştır. İlgili kurum ve çevirmenin hoşgörülerine sığınarak…

…Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam…İyi Haftalar…

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
1 Mayıs’ın Kökenleri Nelerdir? – Rosa LUXEMBURG – Marxists.org / Sendika.org
“İşçi Kalkarsa…” Bugün 1 Mayıs – Ahmet TONAK – Birgün
Yasaklı Meydan Açılırken – Derviş Aydın AKKOÇ – Birikim
Bunca Yıl Korkan ve Korkutanlar Utandı Mı? – İsmet BERKAN – Radikal
Daha Umutlu 1 Mayıslara – Nabi YAĞCI – Taraf
Taksim: Emeğin Bayram Yeri – Yaşar SEYMEN – Birgün
Chicago Anarşistlerinden Artık Taksim’deye – Süreyyya EVREN – Birgün
1 Mayıs Alanından Sesler: Hakkımızı Almak İçin Buradayız – Semra PELEK – Burçin BELGE – Bianet
Asıl Sen Niye Geldin Buraya? – Sendika.org
1 Mayıs 2010 – Anarşist ve Anti-Otoriterler – Karaumut – Internationala.org
Taksim’de Devrimci, Kitlesel 1 Mayıs – Alınteri.org
Taksim’siz 1 Mayıs, ‘Çarşı’sız Bayram Olmaz – CNN Türk
Taksim’de 1 Mayıs – Seviyesiz İnsan – Seviyesiz Siyaset
1 Mayıs Alegorisi – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi – Sabah / ATV Emekçileri
Dink Cinayeti Basın Açıklaması – Gündüz VASSAF – Radikal
Bianet 10 Yaşında – Tüm Girişler – Bianet.org
Kedi – Kaçakkova – Mutlak Töz

Kabus Kerim Myspace Sayfası
Kabus Kerim Soundcloud Sayfası
Kabus Kerim Twitter Sayfası
Kabus Kerim’den Taze Miksim Var! – Sezyum.com
Music For Non-Musicians Official Page
Music For-Non Musicians Myspace Sayfası
Music For-Non Musicians Röportajı – Eylül AKINCI – Gönenç GÖÇMENGİL – Reset!
GSMH: Music For Non Musicians – Yiğit – 13Melek
Sirayet Myspace Sayfası
Armonycoma Myspace Sayfası
Ağaçkakan Myspace Sayfası
Shackleton On Skull Disco
Shackleton At Resident Advisor
Shackleton – Three Eps Review – Jordan ROTHLEIN – Little White Earbuds
Muslimgauze The Authorized Site
Muslimgauze Fansite Arabbox
Muslimgauze At Myspace
Muslimgauze Mort Aux Vaches Live At VPRO On Youtube
Muslimgauze: Elektronik Müziğin İslami Yüzü – Sühan GÜRER – Proodos
Fedayi Pacha Official
Fedayi Pacha At Myspace
Fedayi Pacha Değerlendirmesi / Deuss Ex Machina
Omar Souleyman On Sublime Frequencies
Omar Souleyman Myspace Tribute Page
You Must Hear This: Omar Souleyman – Björk – NPR Music
Mos Def At Myspace
Mos Def At Downtown Music
Mos Def – Supermagic Video On Youtube
Selda Bağcan Resmi Sitesi
Selda Bağcan At Turkish Progressive Music
Selda Bağcan At Finders Keepers Records
Bandista Resmi Sayfası
Bandista Myspace Sayfası
Bandista – Yan Babilon (Çadır Sahnesi)

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan – Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – misak[nospam]dinamo[dot]fm – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
———————————————————
>>>>>Info Go-R-Sel
Protection – SalaBoli
SalaBoli / David Martín’ Flickr Page

>>>>>Poemé
İstanbul – Vedat TÜRKALİ

“Sis” şairine ithaf edilmiştir.

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul

Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul

Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok

Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir

Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez

Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı

Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı

Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın

Kaynakça: Siir.gen.tr

Older Entries